27 Temmuz 2017 Perşembe

Yavaş yavaş eriyip sakince sulara karışmak: Kıymetli Şeylerin Tanzimi

Sezen Ünlüönen’in ilk kitabı “Kıymetli Şeylerin Tanzimi”, İletişim Yayınları’ndan çıktı. Ünlüönen’in birçok karakterin yardımıyla geniş bir öykü ördüğü kitap, birbirimize temaslarımızın, bıraktığımız izlerin ve hayata nasıl karıştığımızın anlatısı. 

 Sezen Ünlüönen’in ilk kitabı “Kıymetli Şeylerin Tanzimi”, soğuk bir kahveye atılmış küp bir şeker gibi. Kitap çıkalı hayli zaman olmasına rağmen etkisini ağır ve derinden zerk ediyor okuruna. Aynı o küp şeker gibi, yavaş yavaş eriyor, sakince suya karışıyor ve bir hamlede içilemiyor. Bundan olmalıdır ki okur, “Kıymetli Şeylerin Tanzimi”ni anca anca algılıyor ve hazmediyor. Benim için de aynısı oldu. Yalan yok, bu yılın başında İletişim Yayınları’nın rutin, yeni çıkanlar bülteni geldiğinde kitap gözüme takılmış fakat okuma listeme eklenmemişti. Aklımda kalan tek şey, kapağındaki kafes ve hiyeroglifleri anımsatan kuş tasviriydi. Kitap, gel zaman git zaman o kadar çok okuma listesinde karşıma çıktı, o kadar çok okurluğuna güvendiğim kişi tarafından övüldü ki ister istemez beni kendine çekti. Okudukça, aklımda kalan tasvirler de birer anlam kazandı, yerini buldu.

 “Kıymetli Şeylerin Tanzimi”ni elime aldığımda takıntılı bir arşivcilik ya da nesnelere bağımlılık hikayesi gibi bir şeylerle karşılaşacağımı sanıyordum (evet, işiniz gücünüz bu olsa da kitapları ilk bakışta isimlerine ve kapaklarına göre değerlendiriyorsunuz.) Fakat Sezen Ünlüönen, yürekten bağlandığımız nesnelerden ziyade bir insan olarak nesneleştirdiğimiz duygularımızı tanzim ediyor bu kitapta.

 Kitapta, çocukken “seviyor, sevmiyor...” diye yapraklarını yolduğumuz bir papatya gibi bir aile çıkıyor karşımıza. O sarı göbeğin ortasında birleşen her bir yaprak aynı gövdeden besleniyor olsa da aslında farklı hikayelerin figürleri. Demir, Fırat, Nazlı, Sevim, Mert, Gülendam, İlker, Ezgi, Nermin Hanımlar ve diğerleri... “Kıymetli Şeylerin Tanzimi”, bunca insanın hayata tutunma biçimlerini ve varoluş kabiliyetlerini irdeliyor. Mutsuz evliliklerin anatomisi, özgür kadınların hayret vericiliği, küçük hayatlardan büyük dünyaya açılan kapılar, acılardan tohumlanan itidaller, küçük bedenlere sığmayan hayal kırıklıkları... Tüm bunları ince ince çözümlüyor Ünlüönen. Kimseye bir ders vermeye, kimsenin hayatını yönlendirmeye çalışmıyor. Kendi halinde insan hikayeleri anlatıyor. Kolay gibi görünen bir yöntemle oldukça zor bir işe girişiyor. Didaktik bir hedef yüklenmeden koyulduğu bu yolda herkese ucu kendi yaşantısına çıkacak bir ipucu bırakıyor.

Hayattır, gelir geçer... 

 Kitapta her bir karakter bir duygunun, bir sonucun vücut bulmuş hali gibi. Kendi hayatı için dahi söz hakkı kullanamayan Sevim, bakıldığında hiç de başarısız görünmemesine rağmen hayatta hiçbir şey olmayı beceremeyen Fırat, gençliğinin enerjisini özgürlüğüne harcayabilen Ezgi, hayatı olanca katılığıyla kabullenip hiç eritmeye çalışmadan yaşayan Demir, tüm bu debdebenin arasında büyümeye çalışan ve kendine yazdığı ansiklopediyle dünyayı ne kadar da naif algıladığını anladığımız Nazlı, ne istediğini bilmeyen ama sadece kurallara uymaktan hoşlanmadığını bilen Mert, küçük dünyasından süzülüp koca dünyanın sularına karışmaya çalışan Gülendam... hepsinin bu dünyada bir karşılığı var. Bu karakterleri birer kelimeyle isimlendirmek zor olsa da hepsi çok tanıdık, arife tarif gerektirmeyen kişiler aslında.

 Ünlüönen, karakterlerine birer tirat atma fırsatı tanır gibi sayfalara bölüp her birinin hikayesini farklı bir yerinden yakalarken, zaman zaman adeta bir televizyon reklamı gibi aralara girip Ward Hunt Buz Sahanlığı’ndan söz ediyor. Kitabın başında yerini ve hacmini tanıdığımız bu sahanlık, öykülerin akışıyla beraber çatırdamaya, parçalara bölünmeye ve erimeye başlıyor. Ünlüönen bu mesajı bize açıkça vermese de bu sahanın eriyişini ben bir yok oluş olarak algılamıyorum. Sulara karışmak, form değiştirmek, başka topraklara yolculuk etmek, belki bir süreliğine oraların bir parçası olmak... zira Ünlüönen hayattaki hiçbir aksiliği bir acı olarak algılamıyor. Acılardan kahramanlık öyküleri biçmiyor. Hayatın her şekilde var olduğunu ve devam ettiğini tarif ediyor. Ara ara tansiyonu yükselse de çoklukla “hayattır, gelir geçer” şiarıyla mağrur ve efendilikle sürdürüyor anlatısını.

 Ünlüönen’in oldukça sade üslubu, anlattığı öyküyle oldukça özdeş. Öyküsü de dili de kimseyi şaşırtmaya uğraşmadan, büyük sürprizlerin peşinde koşmayarak, ağır ve sakince çözünüyor. 

 “Kıymetli Şeylerin Tanzimi”, cümle cümle altı çizilecek bir kitap değil. Bahsettiğim sadelik, onu aforizmalar taşıyan bir kitap olma halinden uzak tutuyor, iyi de yapıyor. Fakat yine az önce değindiğim, birer ipin ucunu yakalama meselesi nihayetinde kendinize paragraflar seçmenize sebep oluyor.

  Ben de “Kıymetli Şeylerin Tanzimi”ni kendi adıma önemsenecek bir kitap yapan iki paragrafı şuraya bırakarak etkisini sizlerle de paylaşmak isterim:

 *(...) Seneler geçti ama Mert’in aldığı dersler neredeyse hep yerinde saydı. Kimi arkadaşları ailelerinin baskısıyla birer ikişer okulu bitirdiler, üçüncü sınıfta çıkmaya başlayan bir çift herkesi şaşırtarak okul bitmeden son sınıfta evlendi; okulu bitirenler bankaların, devlet dairelerinin sınavlarına girip memur oldular, bir memuriyete yerleşemeyenler “Bari o aradan çıksın,” diye askere gidip geldiler, ehliyet aldılar, banka hesapları açtırdılar, krediler çekip otomobil aldılar. Mert bunlara imrenerek, ilgiyle değil; anlam veremeden, handiyse korkuyla baktı. Hayat bu muydu yani, kimsenin umurunda olmayan kuralları ezberlemek, ezberlemek, hiç olmadı sınavda kuralları ezberlemiş bir arkadaşın yanında oturmayı becerebilmek, bu sayede aldığın bir kâğıt parçasıyla kendini muvaffak saymak, sonra o kağıt parçasının yardımıyla ömründe giymediğin, alışık olmadığın, beğenmediğin kıyafetler satın alıp her sabah erkenden kalkıp bunları giyerek kendin gibi bezgin onlarca insanla bir otobüse yahut minibüse doluşma imkânına kavuşmak, haftanın beş altı gününü içinde bulunmak istemediğin bir odadan çıkabilmek için dakika sayarak geçirmek, o esnada bilgisayarı açıp bir kağıt oyununu araya sıkıştırabilmeyi ya da birtakım internet sitelerinden başkalarının tatillerinin, başkalarının yediği yemeklerin, gittiği yerlerin fotoğraflarına bakabilmeyi kâr saymak, iki sene sonra seni hâlâ orada tutup tutmayacaklarını bilmediğin işlere güvenerek on senelik borçların altına girmek, elinde kendine ait tek şey olarak kalmış Pazar günlerini alışveriş merkezlerinde internete koyacağı resimleri daha afili gösterecek teknolojik aygıtlar yahut internete resim konmaya değecek tecrübeler peşinde geçirmek... Hayat buyduysa bile buna hiç direnmeden teslim olmak, koşa koşa saflara katılmak ayıp değil miydi? İnsan bunu nasıl kendine yedirirdi?” (S. 99) 

 *(...) “Ümit etmek de bir ibadettir, ümit etmek de bir ibadettir.” Bu lafı tekrarlaya tekrarlaya sakinleşir gibi olduğunda bile aynı cümleye tutunmayı sürdürdü. İki eliyle sıkı sıkıya kavradığı cümleye bakıp kendisini evrenin iyilik ve güzellikle inşa edildiğine, herkesi birbirine bağlayan nurlu bağların bir hakikat olduğuna, iyi şeyler beklemenin yanlış bir şey olmadığına, dahası ömrün önünde uzayıp giden bir azap silsilesi olmadığına ikna etmeye çalıştı. Bir huzur ve ferahlama hissi nihayet ruhuna yayılacak gibi olurken bir anda kendine geldi. Az önceki haline bir utanç ve tiksintiyle baktı. Zavallılaşmanın lüzumu yoktu. Bunları düşünmeye, hayattan böyle şeyler beklemeye hakkı yoktu. Tanrı, varsa eğer, kulaktan dolma beylik laflarla kandırılacak ve önüne her ne istiyorsan onu sunacak; egonun (ya da nefsin) taleplerini “Gençsiniz yavrum, sevin sevilin,” diye elinize tutuşturacak bunak bir uzak akraba değildi. Şah damar! (S: 211)