28 Mayıs 2020 Perşembe

Londra'da 1 yıl: Yükleri hafifletmek, daha azla yaşayabilmek

Yurtdışına ilk kez çıktığımda 20 yaşımı geçmiştim. Sonrasında 30 yaşıma gelmeden farklı farklı kentleriyle beraber 7 ülke gördüm. Aralarında en çok Berlin'i sevdim. Bir de Beyrut'ta kendimi bambaşka biri gibi hissettim. Gezdiğim tüm şehirleri, orada yaşamak nasıl olurdu diye düşünerek ve yerellerle empati kurmaya çalışarak dolaştım. Birkaç gün sonra boşaltmak zorunda olduğum bir odada değil de orada bir evde yaşadığımı, yarın dönecekmiş gibi turistik alışverişler yapmak yerine gelecek haftayı da düşünerek, gerçekten ihtiyacım olan bir şeyler satın aldığımı hayal etmeye çalıştım. Bu yabancı şehirlerde yerel olabilme fikri bana hep iyi geldi. 

Sonra henüz 30 olmadan İstanbul'dan Londra'ya taşındım. Londra'yı hayatımda hiç görmemiştim ve turistik olarak bile çok merak ettiğim bir şehir değildi. Hayatımda İstanbul'dan sonra en turist olamadığım şehir de Londra oldu. Göçmenlik, hayatımda hiç tadacağımı düşünmediğim, eskilerin "Almancı" dediği kelimeyle aynı hissi anımsatan bir gerçeğe dönüştü. 

Geldiğim ilk aylarda kendimi çok garip hissediyordum. Başlarda çok uzun süren bir tatilmiş gibi geliyordu çünkü hemen bir eve taşınmadık. İki kişi olmanın avantajından faydalanarak işi gücü yoluna koyana dek paylaşımlı bir evde kalmayı tercih ettik. Ancak süreç uzadıkça, yaşamımızı burada sürdürmeye devam ettikçe bazı temel ihtiyaçlarımızı satın almaya başlayarak içinde yaşadığımız her parçayı eve dönüştürmeye başladık. Alanların darlığından ve sürekli hareket halinde olmaktan her şeyi en temelde tuttuk.

Geride kalan 1 yılda fazlasına ihtiyaç duymadan yaşamak, yaşayabildiğini görmek çok beklenmedik ve özgüven vericiydi. Sanırım Londra'ya taşınmaktan daha çok bunu görebilmek büyük bir deneyimdi benim için. İstanbul'dayken de hep daha azıyla yaşanabileceğini, bunun mümkün olduğunu savunsam da kendimi hep bir aşırılığın içinde buluyordum. Aslında Londra'ya taşınma süreci de biraz böyle başlamıştı. Önce içinde çok severek yaşadığımız evimize düşman kesildim: Bu kadar büyük bir eve ihtiyacımız yok ki, kirasını ödeyebilmek için çalışmaktan içinde yaşayamıyoruz bile, diyordum. Ki İstanbul standartlarında oldukça uygun bir kira ödüyorduk ama gerçekten çalışmaktan evin yarısını kullanmıyorduk. Gardrobumuz da mutfak dolaplarımız da ağzına kadar doluydu ama en az iki rafı hiç kullanmadığımız şeylerle doluydu. Evi boşaltırken anı biriktirdiğimiz birçok şeyin yanında varlığını unuttuğumuz ya da hiç kullanmadığımız şeylerle de karşılaştık. 

Londra'ya gelirken ekstra bagaj hakkı satın almadık. Tek ekstra bagajımız benim bisikletimdi. Onun dışında iki büyük bavulun yanında iki kabin valizi ve iki sırt çantasıyla geldik. Bazı temel ihtiyaçlarımızı da annem İstanbul'daki eşyalarımızdan paketleyip gönderdi buraya. Bunun dışında geçen yıl Türkiye'ye yaptığımız iki seyahatte hep kabin valizimize sığdırdığımız kadar eşya getirerek takviye yaptık. Sonuçta 4 yılımızı geçirdiğimiz 120 metrekare bir evden, neredeyse 1 odaya sığacak kadar küçüldük. Başta zor olacak sandık, zamanla ihtiyaç duyduklarımızı alırız diye düşündük ama bugün, Londra'ya taşınalı tam da 1 yılın bittiği günde 2'şer tabak ve 4'er çatalla gayet de yeterli bir hayat sürdüğümüzü görebiliyoruz. Hatta bunu görünce kendimizle gurur duyuyoruz. 

Yerinden eksilmedikçe hiçbir şeyin yenisini almaya ihtiyaç duymadık. Elbette burada, İstanbul'daki gibi kalabalık sofralar kuramıyor oluşumuzun etkisi büyük. Ancak bizim bu şehirde en hızlı adapte olduğumuz şey pub buluşmaları ve piknik örtüsü üstü kavuşmaları olabilir! Öte yandan bu ülkede oldukça yaygın bir alışkanlık olan ikinci el meselesine de kolay adapte olduk. Şehrin dört bir yanında sıra sıra dizilmiş charity shop'lar şahane hatta bazen mağazada arasan bulamayacağın eşyalarla dolu. Kıyafetten bahsetmiyorum çünkü geride kalan 1 yılda toplamda sanırım sadece 10 parça kıyafet almışımdır. Buna ayakkabı, gözlük, iç çamaşırı ve çorap da dahil! İşin daha da enterasan yanı, Londra'ya geldiğimden beri satın aldığım hiçbir şeyden memnuniyetsiz olmadım ya da dönüp "Ay bunu da hangi akla hizmet aldım acaba?" demedim. Zihnim sanki bu anlamda temize çekilmiş gibi ve bu duyguyu fark etmek çok keyifli. 

Sıklıkla İngilizlerin tüketim alışkanlıklarını gözlemlemeye çalıştım. Özel bir bilinç düzeyine ihtiyaçları olmaksızın ihtiyaçlarından fazlasını satın almayan bir millet olduklarını gördüm. Doğuştan böyleler, o kadar belli ki! Aynı zamanda paraları da çok kıymetli ve çoğunlukla kendilerini tatile götürerek ödüllendirmeyi tercih ediyorlar ki bu bence de çok akıllıca. 

Türkiye'de gerekli ürünler dışında sadece etiketi için yüksek meblağlar isteyen markalardan da uzak dururdum. Burada bu markaların bazılarıyla, sırf etiketleri yüzünden hak ettiklerinden fazlasını istemediklerini gördüğüm için barışsam da önemli bir kısmının yüzüne bakmama zaten gerek olmadığını fark ettim. Çünkü çoğu yerel marka, oldukça kaliteli ürünler üretiyor ve bu markalara 'ihtiyacınız' kalmıyor. Elbette çok çok ucuz seçeneklerle de karşılaştım ama kalitesinden emin olduklarım sadece 'bir tık' pahalı olunca İngilizlerin şu şahane mottosu iyiden iyiye anlam kazandı: Ucuz mal alacak kadar zengin değilim! 

Bugün 29 Mayıs. Londra'ya ilk kez ayak basışımızın birinci yıl dönümü. Geride kalan 1 yıl hiç kolay olmadı. Tüm zorluklara rağmen beni manevi olarak çok iyi hissettiren bu maddi farkındalığı buraya not etmek istedim: Daha azla yaşayabilmek, yüklerini hafifletebilmek. Göçmenliğin manevi tarafında konuşulması gereken daha çok farkındalık ve zorlu yol olduğunu unutmadan, yüklerimizi bırakıp yürüyebileceğimiz upuzun yollar diliyorum ve ikinci yılımıza kucak açıyorum!

1 Mayıs 2020 Cuma

Bugünleri de unutacak mıyım?

Yine geldim çünkü Seçil okudum. Yine geldim çünkü bugün bazı eski fotoğraflara baktım. Yine geldim çünkü yine kafam çok meşgul. Yine geldim çünkü 1 yıllık vizemiz bitti bile ve ben geride kalan yılı nasıl da öngörülemezcesine bomboş, bir arpa boyu yol kat edemeden geçirdiğimize inanamıyorum. Gerçi olanlar ya da olmayanlar gün gibi ortada ama bu, her insanın kabul edebileceği türden bir aciziyet değil.

Nisan bitti. Londra'da ikinci kez göreceğimiz ilk ay Mayıs. Hiç beklenmedik bir biçimde geçtiği aşikar. Tüm dünya durmuş olduğu için kendimi rahat hissettiğim bu karantina biraz hayatımın üstüne kara bulut gibi çökmeye başladı. Her şeyin başında, vize uzatma sürecimiz normale göre daha çok uzayacağı için Türkiye'ye bu yaz gitmek bir hayal gibi görünüyor. Bunu bu hafta fark ettim. Kabullenmesi pek kolay değil. Gidemedikçe daha çok özlüyorum herkesi, her şeyi. Özlemek eskiden güzel bir duygu gibiydi. Şimdi çok 'Allah kahretsin' bir tadı var. 

Bugün yazmaya başlamadan Londra'ya geldiğimden beri yazdıklarımı okudum. Çok iyi gitmemiş. Ben de çok iyiye gitmemişim. Geride kalan bir yıla dair tek mutlu olabileceğim şey, sanırım gerçekten gazetecilik yapmaya başlayabilmiş olmam. Mutlu olabileceğim başka bir şey pek bulamıyorum. Sadece karantinayla beraber şunu fark ediyorum: Avrupa'da yaşamak belki de hiçbir şey yapmadan zaten iyi bir standart içinde yaşamak. Bu, iyi hissettiriyor. Ama kısırlığa saplanmış iş durumumuza, bizden çok daha umutsuz durumdaki diğer göçmenlere bakınca yıkılıveriyorum. Sanki beyin sapımdan itibaren bir küle dönüşüyor omurgam ve parçalanarak yok oluyor. 

En son yazdığımdan bu yana hayatımdaki en büyük değişikliklerden biri, terapiye başlamış olmam. Mobbing travmamı atlatabilmem için başladığım terapinin sanırım ikinci ya da üçüncü seansında eski patronacadolozumu çizgi filmlerdekine benzer derin ve siyah bir boşluğa atmak suretiyle kurtuldum. Bunun hızına terapistim de en az benim kadar şaşırdı. Şimdi hayatımı inşa eden travmalara odaklanıyoruz ve elbette ki pek çıkamıyoruz. Terapisti dert sahibi yaptığımı düşünüyorum. Üzgünüm Esincim ama bunu sen istedin.

Üzerine en çok konuştuğumuz şey ev. Hayatımda öfke duyduğum insanların çoğuna bir ev meselesiyle alakalı kızgınım. Bu, o kadar düşündüğümden derin bir meseleymiş ki bu hafta terapistle konuşurken bir ufak sinir krizi geçirmiş olabilirim. Delice değil de ne? 

Londra'ya geldiğim ilk zamanlarda bir ev hayalim olmadığını söylemiştim. Bu nasıl bir kendine yabancılaşma, kendinden bi'haber olma halidir, Allah aşkına? Şimdi, çocukluğu boyunca oyuncaklarını ve envai çeşit eşyasını kolilerin arasından arayıp bulmaya çalışmış biri olarak nasıl kendi evimi yine kolilere tıkıp üst üste koyabildiğime hayret ediyorum. Türkiye'ye gidemeyecek oluşuma biraz da gidip bazı eşyamı çıkartıp buraya getirmek üzere gerekli ayarlamaları yapamayacağım için üzülüyorum. Hatta buraya apar topar gelmenin telaşına düşüp İstanbul'da bizim yokluğumuzda da varlığını sürdürebilecek bir ev bırakmamış olmamıza söyleniyorum. Bununla beraber Burak'ın ailesi her şeyi bırakıp İstanbul'a dönmemiz için ne kadar hevesli olduklarını belli ettiklerinde öfkeleniyorum. Verdiğimiz emekler nasıl da görmezden geliniyor, gençliğimiz nasıl da hiçe sayılıyor, diyorum. Neden aynı şekilde kendimi ikna edemiyorum? Acaba içten içe neye inanıyorum? Burada olmaya çok inandığım, kendime çok büyük bir iyilik yaptığım açık. Ama sanırım hayatta mutlak bir iyilik olmadığıyla da böylece yüzleşiyorum. Hiçbir şey yüzde 100 değil gibi. Her iyilik yarı yarıya bir şeyleri eksiltiyor, birilerinden bir şeyler götürüyor. Bizi mutlak iyiliğe kim inandırdı? Ediz Hun mu, Hülya Koçyiğit mi? 

Bu hafta fark ettiğim en hayret verici şey ise çocukluğumda babamın evden gidişini anımsamayışım oldu. Oysa ki çok net hatırlıyordum. Üstüne kompozisyonlar bile yazmıştım ilkokulda. O zaman da edebiyat öğretmenimi dert sahibi yapmıştım. İtinayla dert sahibi yapılır. Unutmakta da bir dünya markası olmama rağmen unutmamak için bu kadar çabaladığım an'ı nasıl böylesine silmişim hafızamdan, inanamadım. Esincim, "İyi ki de unutuyoruz" diyor. Bense kendisine "Ne yapacağız?" diye sorabildiğim için kendimi artık bir terapi kaşarı gibi hissediyorum. Ama şakası bir yana, bu an'ı unutabilmem muhtemelen babamı konumlandırdığım yerin yıllar içinde ciddi anlamda değişmesiyle alakalı. Aslında insan, sanki içi çakıl taşları ve deniz suyuyla dolu bir kavanoz gibi. Bazen öylece duruyor. Çoğu zaman çalkalanıyor. O taşlar habire alt üst oluyor. Kimisi zamanla aşına aşına küçülüp kum oluyor, dibe çöküyor. Çalkalandıkça havalanıyor belki ama illa sonunda dibe çöküyor. 

Bir süredir aklımda yazmakla ilgili bir sürü müsamere var. Habire kendimi hırpalayıp yazabilmenin yollarını arıyorum. Daha adam akıllı okumaya dönemedim, yazmak nere? Her şeyi bir sıraya koyunca biraz rahatladım da acaba böylece erteleme hastalığına mı tutuluyorum? Ki bence zaten büyük bir ertelemeseverim. 

Bugün sadece birkaç eski evrakı ararken hard-disklerde bazılarının varlığından bile haberdar olmadığım, bazılarını unuttuğum, bazılarınıysa kaybettim sandığım fotoğraflara denk geldim. Üsküdar'daki evimiz. O mutfak. Başında kaç kişilerce sofra kurduğumuz o masa. Babamın da annemin de nasıl yaşlandığı. Benim daha zayıf ve genç olduğum günler. Fotoğrafla daha çok özlüyor insan. Bu yüzden daha duygusalım ve işte bunca lafı peş peşe dizdim. Belli ki yazmak için ihtiyacım olan şey, berrak bir zihindense biraz sancı. 

Gecenin son sorusu Esincim: Bugünleri de unutacak mıyım?