Nisan bitti. Londra'da ikinci kez göreceğimiz ilk ay Mayıs. Hiç beklenmedik bir biçimde geçtiği aşikar. Tüm dünya durmuş olduğu için kendimi rahat hissettiğim bu karantina biraz hayatımın üstüne kara bulut gibi çökmeye başladı. Her şeyin başında, vize uzatma sürecimiz normale göre daha çok uzayacağı için Türkiye'ye bu yaz gitmek bir hayal gibi görünüyor. Bunu bu hafta fark ettim. Kabullenmesi pek kolay değil. Gidemedikçe daha çok özlüyorum herkesi, her şeyi. Özlemek eskiden güzel bir duygu gibiydi. Şimdi çok 'Allah kahretsin' bir tadı var.
Bugün yazmaya başlamadan Londra'ya geldiğimden beri yazdıklarımı okudum. Çok iyi gitmemiş. Ben de çok iyiye gitmemişim. Geride kalan bir yıla dair tek mutlu olabileceğim şey, sanırım gerçekten gazetecilik yapmaya başlayabilmiş olmam. Mutlu olabileceğim başka bir şey pek bulamıyorum. Sadece karantinayla beraber şunu fark ediyorum: Avrupa'da yaşamak belki de hiçbir şey yapmadan zaten iyi bir standart içinde yaşamak. Bu, iyi hissettiriyor. Ama kısırlığa saplanmış iş durumumuza, bizden çok daha umutsuz durumdaki diğer göçmenlere bakınca yıkılıveriyorum. Sanki beyin sapımdan itibaren bir küle dönüşüyor omurgam ve parçalanarak yok oluyor.
En son yazdığımdan bu yana hayatımdaki en büyük değişikliklerden biri, terapiye başlamış olmam. Mobbing travmamı atlatabilmem için başladığım terapinin sanırım ikinci ya da üçüncü seansında eski patronacadolozumu çizgi filmlerdekine benzer derin ve siyah bir boşluğa atmak suretiyle kurtuldum. Bunun hızına terapistim de en az benim kadar şaşırdı. Şimdi hayatımı inşa eden travmalara odaklanıyoruz ve elbette ki pek çıkamıyoruz. Terapisti dert sahibi yaptığımı düşünüyorum. Üzgünüm Esincim ama bunu sen istedin.
Üzerine en çok konuştuğumuz şey ev. Hayatımda öfke duyduğum insanların çoğuna bir ev meselesiyle alakalı kızgınım. Bu, o kadar düşündüğümden derin bir meseleymiş ki bu hafta terapistle konuşurken bir ufak sinir krizi geçirmiş olabilirim. Delice değil de ne?
Londra'ya geldiğim ilk zamanlarda bir ev hayalim olmadığını söylemiştim. Bu nasıl bir kendine yabancılaşma, kendinden bi'haber olma halidir, Allah aşkına? Şimdi, çocukluğu boyunca oyuncaklarını ve envai çeşit eşyasını kolilerin arasından arayıp bulmaya çalışmış biri olarak nasıl kendi evimi yine kolilere tıkıp üst üste koyabildiğime hayret ediyorum. Türkiye'ye gidemeyecek oluşuma biraz da gidip bazı eşyamı çıkartıp buraya getirmek üzere gerekli ayarlamaları yapamayacağım için üzülüyorum. Hatta buraya apar topar gelmenin telaşına düşüp İstanbul'da bizim yokluğumuzda da varlığını sürdürebilecek bir ev bırakmamış olmamıza söyleniyorum. Bununla beraber Burak'ın ailesi her şeyi bırakıp İstanbul'a dönmemiz için ne kadar hevesli olduklarını belli ettiklerinde öfkeleniyorum. Verdiğimiz emekler nasıl da görmezden geliniyor, gençliğimiz nasıl da hiçe sayılıyor, diyorum. Neden aynı şekilde kendimi ikna edemiyorum? Acaba içten içe neye inanıyorum? Burada olmaya çok inandığım, kendime çok büyük bir iyilik yaptığım açık. Ama sanırım hayatta mutlak bir iyilik olmadığıyla da böylece yüzleşiyorum. Hiçbir şey yüzde 100 değil gibi. Her iyilik yarı yarıya bir şeyleri eksiltiyor, birilerinden bir şeyler götürüyor. Bizi mutlak iyiliğe kim inandırdı? Ediz Hun mu, Hülya Koçyiğit mi?
Bu hafta fark ettiğim en hayret verici şey ise çocukluğumda babamın evden gidişini anımsamayışım oldu. Oysa ki çok net hatırlıyordum. Üstüne kompozisyonlar bile yazmıştım ilkokulda. O zaman da edebiyat öğretmenimi dert sahibi yapmıştım. İtinayla dert sahibi yapılır. Unutmakta da bir dünya markası olmama rağmen unutmamak için bu kadar çabaladığım an'ı nasıl böylesine silmişim hafızamdan, inanamadım. Esincim, "İyi ki de unutuyoruz" diyor. Bense kendisine "Ne yapacağız?" diye sorabildiğim için kendimi artık bir terapi kaşarı gibi hissediyorum. Ama şakası bir yana, bu an'ı unutabilmem muhtemelen babamı konumlandırdığım yerin yıllar içinde ciddi anlamda değişmesiyle alakalı. Aslında insan, sanki içi çakıl taşları ve deniz suyuyla dolu bir kavanoz gibi. Bazen öylece duruyor. Çoğu zaman çalkalanıyor. O taşlar habire alt üst oluyor. Kimisi zamanla aşına aşına küçülüp kum oluyor, dibe çöküyor. Çalkalandıkça havalanıyor belki ama illa sonunda dibe çöküyor.
Bir süredir aklımda yazmakla ilgili bir sürü müsamere var. Habire kendimi hırpalayıp yazabilmenin yollarını arıyorum. Daha adam akıllı okumaya dönemedim, yazmak nere? Her şeyi bir sıraya koyunca biraz rahatladım da acaba böylece erteleme hastalığına mı tutuluyorum? Ki bence zaten büyük bir ertelemeseverim.
Bugün sadece birkaç eski evrakı ararken hard-disklerde bazılarının varlığından bile haberdar olmadığım, bazılarını unuttuğum, bazılarınıysa kaybettim sandığım fotoğraflara denk geldim. Üsküdar'daki evimiz. O mutfak. Başında kaç kişilerce sofra kurduğumuz o masa. Babamın da annemin de nasıl yaşlandığı. Benim daha zayıf ve genç olduğum günler. Fotoğrafla daha çok özlüyor insan. Bu yüzden daha duygusalım ve işte bunca lafı peş peşe dizdim. Belli ki yazmak için ihtiyacım olan şey, berrak bir zihindense biraz sancı.
Gecenin son sorusu Esincim: Bugünleri de unutacak mıyım?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder