31 Mayıs 2022 Salı

Londra'da 3 yıl: Ev neresi?

Göçün her yıl dönümünde kendimi burada bulmam biraz trajikomik olmaya başladı sanırım. Zaten sayfalarca kendi kendime yazıyorum da neden özellikle yıl dönümlerinde derdimi kamuya da açma telaşına kapılıyorum, bilmiyorum. Galiba ben hikayelerle özdeşim kurmayı sevdiğimden, böylece daha az yalnız hissettiğimden bazı hikayeleri de yüksek sesle anlatmayı tercih ediyorum. 

Londra'da 4. yılın başındayım. 30 yaşlarıma burada başladım. Hiç geçmeyeceğini sandığım zamanların ortasında buldum kendimi. Zaman algım iyiden iyiye değişti. Her şey hem çok hızlı hem de bir yandan inanılmaz yavaş geliyor. 

Hayatı boyunca kendine bir ev aramış, evini inşa etmeyi beklemiş biri olarak İstanbul'da kurduğum 'ev'imi yavaş yavaş buraya taşıdım. Gerçekten parça parça. Minik minik kutular içinde, çantalarda, parçalara bölerek, bir kısmından vazgeçerek, bazısını erteleyerek... Hâlâ 'ev'imin bir kısmı Türkiye'de. Kutular içinde, bir depoda. Bir kısmı başka insanların evlerine dağılmış durumda. Bazısı asla geri gelmeyecek. Buraya gelen her eşya bambaşka bir evin parçası oldu, bazen başka bir işlev kazandı, bazen daha çok kıymete bindi, bazen kıymetini iyiden iyiye yitirdi. 

İlginç olan şu ki, ben ilk 'doğru düzgün' evimi 6 yaşında falan kaybetmiş olmalıyım. Annemle bardakları gazete kağıdına sarıp kolilere doldurduğumuz an hala zihnimde çok net. Çocuk aklımla çok önemli bir iş yaptığımı zannedip kendimi büyümüş sanmıştım annemin bardakları sarmasına yardım ediyorum diye. Sonra o koliler ve eşyalar bir akrabanın deposuna gitti, belirsiz bir zaman için. Biz de anneannemin evine. Asıl evimizin 10'da birini bile yanımızda götürememiş olmalıyız ki benim çocukluğumun bir kısmı boyumun yetmediği kolilerin içine eğilerek bazı oyuncaklarımı, fotoğraf albümlerimi aramakla geçti. 

Annemle kapattığımız o kolileri, galiba 10 yıldan uzun bir süre sonra ani bir kararla açtık. O depoyu tamamen boşalttık. Eşyaların neredeyse tamamından vazgeçtik. O depoyla beraber sanki anıları da temize çektik. Baya garip bir andı. Kolilere artık boyum yetmekle kalmıyor, basbaya kucaklayıp kaldırıyordum. Neleri atıp neleri saklamamız gerektiği konusunda anneme akıl veriyordum. Zaman ne garip şeydi. 

Çocukluğum ve ilk gençliğim bu kaosun içinde geçti, diyebilirim. Hep 2 evim vardı. Hiçbirinde tamamen kendime ait bir oda yoktu. Eşyalarım hep iki eve dağılmış vaziyetteydi. İki evin de kendine göre konforları ve eziyetleri vardı. Ben aslında hiçbirisine ait değil gibiydim. Bu iki evden biri anneannemin, diğeri babaannemindi. 

Çocukluğum kendime ait bir odanın hayalleriyle bitince ben de ilk gençliğimde kendime ait bir evin hayallerine terfi ettim. Ancak çok ilginç ki iki evin de annelerini ben yolcu ettim, hep arkada kalan ben oldum. En sonunda anneannemin evi, geçici bir süreliğine benim evim oldu. 

Sonrasında da evlenip gerçekten kendime ait ilk evimi kurmayı başardım. Hatta en başlarda bu ev için ne kadar korumacı olduğumu, olası her müdahaleyi nasıl vahşice savuşturduğumu anımsıyorum. O evi Burak'la santim santim severek, isteyerek 'ev' yaptık. Her anının da tadını çıkarttık. Çok sevdik. Çok fazla sevdiğimiz insanla kucaklaştık, paylaştık. Çok da ağladık o evde.

Ama nedendir bilinmez, bendeki 'tamamlanmamışlık' hissi asla geçmedi o evde bile. Hep bir şeyleri bekliyor gibiydim. Daha bitmemiş, henüz o 'tık' sesi gelmemiş gibiydi. Örneğin yıllarca bir kitap yazabileceğimi sanmış ama önce iyi bir bilgisayarım, sonra bir çalışma masam, en son da bir odam olmamasına bahane bulmuştum. Şimdi iyi bir bilgisayarım, çok güzel bir manzaranın arkasında duran kocaman bir çalışma masam, bırak odayı kendime ait bir 'ev'im vardı ama bir türlü o işe girişemiyordum. Neydi beklediğim, bilmiyordum.

Sonra bir gün o evi de dağıtmaya cesaret ettim. Sadece 5 yıl kadar sonra olmalı. Kendime çok şaşırıyordum. Bunca yıl evsiz kalmışken, koliler içinden eşyalarını aramışken şimdi kendi ellerimle kurduğum bu evi nasıl kutulara tıkacaktım tekrar? Ama yaptım. Hem de öyle acısız, öyle ustaca yaptım ki bugün hala anlayamıyorum, nasıl. 

Yalan yok, Londra'ya delişmen bir cesaretle taşınırken gözüm arkada kalmamıştı ama daha ilk aylarda tökezlemeler başlayınca o dağıttığım evin hayalleriyle bir süre sarhoş olup ağladım. Adını asla pişmanlık koymadım, hâlâ koyamam ama bazen insan kendi cesaretinden de yıpranıyor galiba. Zaten sonra zamanla biraz daha alıştım. Her şey yolunda görünürken, durduğum yerde öylece dursam kimse beni ellemeyecekken, ben kendim ayaklanmıştım hayatımda hiç görmediğim bir şehre taşınacağım diye. 

En son 2020'nin sonu gibi gittim Türkiye'ye. 'Ev'i kolilere tıkıp kaldırmamızın üstünden 1,5 yıl falan geçmişti. Kolileri tekrar açıp biraz eşya ayıkladım. Bir kısmını daha dağıttım. Bazılarını Londra'ya getirmek üzere ayırdım. Bir an duraksayıp kendimi bir dejavunun içinde sandım ve müstehzi gülümsedim. O gün paketlediğim 2 koli aylar sonra Londra'ya ulaşınca kendimi biraz daha iyi hissettim, ne yalan söyleyeyim. Buradaki evi de biraz daha benimser oldum. Soslardan reçellerden çıkma geçici kavanozları attım, tüm bakliyatları düzgün kavanozlara boşalttım. İdareten kullandığım birkaç bardağı dolaptan indirdim, yerine daha 'ev'e ait olanlarını yerleştirdim. 

Hayatının önemli bir kısmını 'ev' fikriyle mücadele ederek geçirmiş biri olarak yaklaşık 1 yıl öncesine kadar bir ev sahibi olmanın dünyanın en güvenli hissi olduğu fikri içindeydim. Ama özellikle son 1 yıl öyle garip bir sınava tabi tuttu ki beni, şimdi gerçekten ait olmak, yerleşik olmak ne demek; bunlar benim hayatımın neresinde duruyor, diye düşünüyorum. Önce her şeyi kontrol etme hastalığımdan sonra da 'güven' kavramına yüklediğim anlamlardan vuruldum. Gözümde bir damla yaşla gülümseyerek, biraz da çaresiz "Kaosun dengesine güveniyorum" dedim. Sonra da gerçekten güvenmeyi öğrendim. Galiba artık kendimi her şeyi geride bırakıp yine gidebilir gibi hissediyorum, hatta galiba bunun hayaliyle yaşıyorum. Bu duygunun tekinsizliğini de nasıl güvenli buluyorum, hala bilmiyorum.

Bunca yıldır kendimi hep sürekli yuvarlanan, kendine bir yer arayan bir taş gibi hissediyordum. Sanki hep yerleşecek uygun bir boşluk arıyordum da o 'tık' sesi gelince huzur bulacağım sanıyordum. Şimdi fark ediyorum ki yuvarlanışım son bulmayacak. Yuvarlandıkça aşınacak, belki bazı noktalarda arkamda izler bırakacağım. En sonunda bir kum tanesi olacak ve belki sonra denize karışacağım. Çünkü bir kum tanesinin evi ancak deniz olabilir. 

12 Kasım 2020 Perşembe

Öğrendiğim korkular

Bu ara her gece bir şarkıya takıyorum. Bu geceninki Bülent Ortaçgil'den Yağmur. Çoğuna göre romantik sayılabilecek bu şarkı beni en çok "Her şey olur, her şey büyür, her şey geçer, hayat kalır" kısmıyla yakalıyor. 

"İnsan olmanın ağırlığını kaldıramıyorum" dedim geçenlerde terapiste. 30 yaşımda zihnimin hiçbir şeyi, ama en çok insani ilişkileri ve hayatımı yönetmeye yetmediğini anladım. Hayatımın sürekliliği için zihnime muhtaç olmamın aciziyetiyle yüzleştim. Bu akılla mı karar verdik biz okuyacağımız okullara, gireceğimiz işlere, seveceğimiz kişilere? Daha da bu akılla mı sürdürmeye uğraşacağız bu hayatı? Gerçekten işimiz zor. Ben kendi hayatımın sorumluluğunu kaldıramıyorum. Kötü bir karar alma, hata yapma, gaflete düşme kotamı yeterince doldurmuşum gibi geliyor. Herhangi birisinin yaratacağı etkinin büyüklüğünü kabullenemiyorum.

Bankada çalışırken çok kambur dururdum ben. Öğle aralarında yemekhaneye yürürken ofislerin önünden geçtiğimde camdaki yansımama takılırdı gözüm. Sırtımın eğriliğine üzülürdüm. İstifayı kafama koyduğumdan beri bunun fizyolojime de iyi geleceğine inandırmıştım kendimi. "Buradan kurtulunca sırtım hep dik olacak," diyordum kendime. Sonra 3 kat aşağıya, penceresiz yemekhaneye iniyordum. 

Geriye dönüp bakmanın kimseye faydası yok derler ya... Doğru. Ancak yol tıkanınca insan ne yapacağını bilemiyor. Bir süre daha önüne bakmaya inat etse de çok geçmeden sağına, soluna, arkasına bakmaya başlıyor. Ben şimdi tam olarak ebelendiğim noktadayım. Kaleden ayrılamıyor ve en çok arkama bakıyorum. Pişmanlık görmemek kibrimden olabilir ancak kat ettiğim yol öyle ürkütücü ve vardığım yer öyle beklenmedik ki bu yüzden şimdi aklımdan şüphe ediyorum. Bu akılla mı yürüyeceğim ben yolun geri kalanını? Üstelik durduğum yerde durdukça eğilmeye başlıyor, sırtımı yeniden kamburlaştırıyorum. 

Gece uykularını düşman ettim kendime. Gözlerimin yettiği yere kadar çalışmaya uğraşıyorum geceleri. Biraz el ayak çekilince işten de dağılıyor dikkatim. Gözüm sağdaki kalemliğe takılıyor ve kendimi düşünmeye başlıyorum. Nasıl geldim buraya? Nasıl gideceğim buradan? Gitmek, derken dönmek değil kastım. Göç ederek yersiz yurtsuz ettim ben kendimi. Artık hiçbir yere ait olamaz, sığamaz gibi hissediyorum.

Genelde eski günlüklerimi okumaya cesaret edemem. Geçmişi anımsamak hep hüzünlü. Ya ne çok üzülmüşüm diye kendine üzülüyor insan ya da ne çok mutluymuşum diye şimdiki haline... Ama ben öyle kayboldum ki her yerde kendimi arıyorum artık. Eskiden okuduğum kitaplarda bulurdum, eski fotoğraflara bakar izler yakalardım. Hiç değilse evdeki eşyaya göz gezdirir anıları anımsardım. Şimdi evim yanmış ya da yıkılmış gibi. Neredeyse hiçbir şeyin bana ait olmadığı bir yerdeyim. Eşyanın anısı yok. Valize sığdırabildiğim birkaç kitap; aklım geride, koliler içinde kalanlarda. Yanımda getirdiklerimi özenle ve merakla seçmiştim oysa ki. Sadece iki tanesini okudum 1,5 yılda. Biterlerse ne yaparım diye mi korkuyorum acaba? 

Hepi topu 10 fotoğraf getirmişim. O fotoğrafları seçtiğim anı da anımsıyorum. İnsan anılarından bile bir valiz yapmaya çalışıyor kendine resmen. Yaptığın tüm valizlerden farklı bu. 

Buradaki en büyük geçmişim sanırım defterlerim. 1,5 senede 4 defter bitirmişim. Bana sorsalar çok yazmıyormuşum gibi geliyor ama galiba etrafımda konuşacak insan azaldıkça iyiden iyiye defterlere dönmüşüm yüzümü. 

Londra'ya getirdiğim ilk defterin ilk yarısı mecburen İstanbul'daki hayatıma ait. Tam da İstanbul'dan koptuğum, vazgeçmeye başladığım zamanlara. Gitmeyi nasıl da koymuşum kafama, ne kadar da kararlıymışım! İnsan zihnine hayret ediyor. Daha 2 sene öncesi. Nasıl unuttum bu kadar çabuk? Anneme "Korkmuyorum" demişim. "En kötüsünü düşündün mü?" diye sormuş bana, "Düşünmüyorum, en kötüsü olmayacak!" demişim. Annem de "Düşünme o zaman!" demiş. O zaman resmen cesaretimin bana taktığı kanatlarla uçmuşum buraya. Her şeye karşı nasıl da güçlü durmuşum. Evime bile ülkeyi terk etmeden 6 gün önce veda edebilmişken bir damla yaş akıtmamışım gözümden. 

Ben kendimi hep çok şanslı sayardım. O kadar ki hayatın bana işaretler gönderdiğine inanır, kendimi bunlara bırakmasını bilirdim. Son 1,5 yıldır önümde öyle çok taş birikti ki hiçbir şeye inancım kalmadı artık. Kendimi hiçbir şeye bırakamıyor, hiçbir şeye güvenemiyorum. Kendi aklıma bile. Günün sonunda her şeyi kontrol etmeye çalışmaktan hırpalanıyor, insafı için içimden hayata seslenmeye başlıyorum: "Artık işaretleri okuyamıyorum, bana bir ışık gönder!" Ancak kendisi pek sipariş usülü çalışmayı sevmiyor gibi. 

Tüm bu olanlarla, daha da olacaklarla baş başayım şimdi. Her şey benim elimde ve önümde görülmemiş bir kargaşa var. Sular durulacak derken sanki savaş yeni başlıyor. Biz yolda kendimizi yormuş, meydana bitik ulaşmış gibiyiz. 

Yağmur'u Yağmur adında bir kız çocuğu doğduğundan beri dinliyorum. İlk duyduğumda aşık olmuştum şarkıya. 10 yıl olacak neredeyse, bir yudum anlam kaybetmedi zihnimde. Sadece kendimi başka masaların başında, bambaşka evlerde anımsıyorum bu şarkı çalarken. Bir an aklıma takılıyor, "Acaba daha önce bir yazıda bu şarkıdan bahsettim mi?" diye. Dönüp blog'un geçmişinde aratıyorum ve şu karşıma çıkana da bakın:

"(...) beynim, senelerdir çocuksu bir saflıkla aynı hevese ev sahipliği yapıyor. Muhtemelen Maslow haklı ki ihtiyaçlar hiyerarşisine göre 'barınma ihtiyacı'nın bir sonucu benimkisi.

Kendime ait bir hayattan söz ediyorum. Göçebelikten ve aitsizlik duygusundan uzak. Sadece bana ait olan. Duvarlarını kendimin boyadığı, benim seçtiğim koltukların arz-ı endam ettiği, telefonuna sadece benim cevap verebileceğim bir ev. (...) Yoruldum. Sığamadığım evlerde yaşamaya çalışmaktan çok yoruldum."

Tesadüftür ki (tesadüf müdür gerçekten?) 9 yıl önce yine bir Kasım ayında yazmışım bloga bu satırları. 

Göçebelikten bu kadar yorulup da halen daha niye göçmeye, daha da uzağa gitmeye uğraşır insan? Kendine nasıl bir döngü yaratır da çıkamaz içinden? Her çıkışta nasıl aynı kararla tekrar girer o daireye? Öylesine akıl almaz çalışıyor ki aklımız, kendi felaketimizin de cennetimizin mimarı oluyoruz bilmeden. Kimine göre mucize kimine göre aciziyet. Benim kendim, aklım ve kararlarım öğretti bana bu korkuyu. 

Gerçekten, şimdi biz bu zihinle mi yürüyeceğiz bu yolun geri kalanını? 

28 Mayıs 2020 Perşembe

Londra'da 1 yıl: Yükleri hafifletmek, daha azla yaşayabilmek

Yurtdışına ilk kez çıktığımda 20 yaşımı geçmiştim. Sonrasında 30 yaşıma gelmeden farklı farklı kentleriyle beraber 7 ülke gördüm. Aralarında en çok Berlin'i sevdim. Bir de Beyrut'ta kendimi bambaşka biri gibi hissettim. Gezdiğim tüm şehirleri, orada yaşamak nasıl olurdu diye düşünerek ve yerellerle empati kurmaya çalışarak dolaştım. Birkaç gün sonra boşaltmak zorunda olduğum bir odada değil de orada bir evde yaşadığımı, yarın dönecekmiş gibi turistik alışverişler yapmak yerine gelecek haftayı da düşünerek, gerçekten ihtiyacım olan bir şeyler satın aldığımı hayal etmeye çalıştım. Bu yabancı şehirlerde yerel olabilme fikri bana hep iyi geldi. 

Sonra henüz 30 olmadan İstanbul'dan Londra'ya taşındım. Londra'yı hayatımda hiç görmemiştim ve turistik olarak bile çok merak ettiğim bir şehir değildi. Hayatımda İstanbul'dan sonra en turist olamadığım şehir de Londra oldu. Göçmenlik, hayatımda hiç tadacağımı düşünmediğim, eskilerin "Almancı" dediği kelimeyle aynı hissi anımsatan bir gerçeğe dönüştü. 

Geldiğim ilk aylarda kendimi çok garip hissediyordum. Başlarda çok uzun süren bir tatilmiş gibi geliyordu çünkü hemen bir eve taşınmadık. İki kişi olmanın avantajından faydalanarak işi gücü yoluna koyana dek paylaşımlı bir evde kalmayı tercih ettik. Ancak süreç uzadıkça, yaşamımızı burada sürdürmeye devam ettikçe bazı temel ihtiyaçlarımızı satın almaya başlayarak içinde yaşadığımız her parçayı eve dönüştürmeye başladık. Alanların darlığından ve sürekli hareket halinde olmaktan her şeyi en temelde tuttuk.

Geride kalan 1 yılda fazlasına ihtiyaç duymadan yaşamak, yaşayabildiğini görmek çok beklenmedik ve özgüven vericiydi. Sanırım Londra'ya taşınmaktan daha çok bunu görebilmek büyük bir deneyimdi benim için. İstanbul'dayken de hep daha azıyla yaşanabileceğini, bunun mümkün olduğunu savunsam da kendimi hep bir aşırılığın içinde buluyordum. Aslında Londra'ya taşınma süreci de biraz böyle başlamıştı. Önce içinde çok severek yaşadığımız evimize düşman kesildim: Bu kadar büyük bir eve ihtiyacımız yok ki, kirasını ödeyebilmek için çalışmaktan içinde yaşayamıyoruz bile, diyordum. Ki İstanbul standartlarında oldukça uygun bir kira ödüyorduk ama gerçekten çalışmaktan evin yarısını kullanmıyorduk. Gardrobumuz da mutfak dolaplarımız da ağzına kadar doluydu ama en az iki rafı hiç kullanmadığımız şeylerle doluydu. Evi boşaltırken anı biriktirdiğimiz birçok şeyin yanında varlığını unuttuğumuz ya da hiç kullanmadığımız şeylerle de karşılaştık. 

Londra'ya gelirken ekstra bagaj hakkı satın almadık. Tek ekstra bagajımız benim bisikletimdi. Onun dışında iki büyük bavulun yanında iki kabin valizi ve iki sırt çantasıyla geldik. Bazı temel ihtiyaçlarımızı da annem İstanbul'daki eşyalarımızdan paketleyip gönderdi buraya. Bunun dışında geçen yıl Türkiye'ye yaptığımız iki seyahatte hep kabin valizimize sığdırdığımız kadar eşya getirerek takviye yaptık. Sonuçta 4 yılımızı geçirdiğimiz 120 metrekare bir evden, neredeyse 1 odaya sığacak kadar küçüldük. Başta zor olacak sandık, zamanla ihtiyaç duyduklarımızı alırız diye düşündük ama bugün, Londra'ya taşınalı tam da 1 yılın bittiği günde 2'şer tabak ve 4'er çatalla gayet de yeterli bir hayat sürdüğümüzü görebiliyoruz. Hatta bunu görünce kendimizle gurur duyuyoruz. 

Yerinden eksilmedikçe hiçbir şeyin yenisini almaya ihtiyaç duymadık. Elbette burada, İstanbul'daki gibi kalabalık sofralar kuramıyor oluşumuzun etkisi büyük. Ancak bizim bu şehirde en hızlı adapte olduğumuz şey pub buluşmaları ve piknik örtüsü üstü kavuşmaları olabilir! Öte yandan bu ülkede oldukça yaygın bir alışkanlık olan ikinci el meselesine de kolay adapte olduk. Şehrin dört bir yanında sıra sıra dizilmiş charity shop'lar şahane hatta bazen mağazada arasan bulamayacağın eşyalarla dolu. Kıyafetten bahsetmiyorum çünkü geride kalan 1 yılda toplamda sanırım sadece 10 parça kıyafet almışımdır. Buna ayakkabı, gözlük, iç çamaşırı ve çorap da dahil! İşin daha da enterasan yanı, Londra'ya geldiğimden beri satın aldığım hiçbir şeyden memnuniyetsiz olmadım ya da dönüp "Ay bunu da hangi akla hizmet aldım acaba?" demedim. Zihnim sanki bu anlamda temize çekilmiş gibi ve bu duyguyu fark etmek çok keyifli. 

Sıklıkla İngilizlerin tüketim alışkanlıklarını gözlemlemeye çalıştım. Özel bir bilinç düzeyine ihtiyaçları olmaksızın ihtiyaçlarından fazlasını satın almayan bir millet olduklarını gördüm. Doğuştan böyleler, o kadar belli ki! Aynı zamanda paraları da çok kıymetli ve çoğunlukla kendilerini tatile götürerek ödüllendirmeyi tercih ediyorlar ki bu bence de çok akıllıca. 

Türkiye'de gerekli ürünler dışında sadece etiketi için yüksek meblağlar isteyen markalardan da uzak dururdum. Burada bu markaların bazılarıyla, sırf etiketleri yüzünden hak ettiklerinden fazlasını istemediklerini gördüğüm için barışsam da önemli bir kısmının yüzüne bakmama zaten gerek olmadığını fark ettim. Çünkü çoğu yerel marka, oldukça kaliteli ürünler üretiyor ve bu markalara 'ihtiyacınız' kalmıyor. Elbette çok çok ucuz seçeneklerle de karşılaştım ama kalitesinden emin olduklarım sadece 'bir tık' pahalı olunca İngilizlerin şu şahane mottosu iyiden iyiye anlam kazandı: Ucuz mal alacak kadar zengin değilim! 

Bugün 29 Mayıs. Londra'ya ilk kez ayak basışımızın birinci yıl dönümü. Geride kalan 1 yıl hiç kolay olmadı. Tüm zorluklara rağmen beni manevi olarak çok iyi hissettiren bu maddi farkındalığı buraya not etmek istedim: Daha azla yaşayabilmek, yüklerini hafifletebilmek. Göçmenliğin manevi tarafında konuşulması gereken daha çok farkındalık ve zorlu yol olduğunu unutmadan, yüklerimizi bırakıp yürüyebileceğimiz upuzun yollar diliyorum ve ikinci yılımıza kucak açıyorum!

1 Mayıs 2020 Cuma

Bugünleri de unutacak mıyım?

Yine geldim çünkü Seçil okudum. Yine geldim çünkü bugün bazı eski fotoğraflara baktım. Yine geldim çünkü yine kafam çok meşgul. Yine geldim çünkü 1 yıllık vizemiz bitti bile ve ben geride kalan yılı nasıl da öngörülemezcesine bomboş, bir arpa boyu yol kat edemeden geçirdiğimize inanamıyorum. Gerçi olanlar ya da olmayanlar gün gibi ortada ama bu, her insanın kabul edebileceği türden bir aciziyet değil.

Nisan bitti. Londra'da ikinci kez göreceğimiz ilk ay Mayıs. Hiç beklenmedik bir biçimde geçtiği aşikar. Tüm dünya durmuş olduğu için kendimi rahat hissettiğim bu karantina biraz hayatımın üstüne kara bulut gibi çökmeye başladı. Her şeyin başında, vize uzatma sürecimiz normale göre daha çok uzayacağı için Türkiye'ye bu yaz gitmek bir hayal gibi görünüyor. Bunu bu hafta fark ettim. Kabullenmesi pek kolay değil. Gidemedikçe daha çok özlüyorum herkesi, her şeyi. Özlemek eskiden güzel bir duygu gibiydi. Şimdi çok 'Allah kahretsin' bir tadı var. 

Bugün yazmaya başlamadan Londra'ya geldiğimden beri yazdıklarımı okudum. Çok iyi gitmemiş. Ben de çok iyiye gitmemişim. Geride kalan bir yıla dair tek mutlu olabileceğim şey, sanırım gerçekten gazetecilik yapmaya başlayabilmiş olmam. Mutlu olabileceğim başka bir şey pek bulamıyorum. Sadece karantinayla beraber şunu fark ediyorum: Avrupa'da yaşamak belki de hiçbir şey yapmadan zaten iyi bir standart içinde yaşamak. Bu, iyi hissettiriyor. Ama kısırlığa saplanmış iş durumumuza, bizden çok daha umutsuz durumdaki diğer göçmenlere bakınca yıkılıveriyorum. Sanki beyin sapımdan itibaren bir küle dönüşüyor omurgam ve parçalanarak yok oluyor. 

En son yazdığımdan bu yana hayatımdaki en büyük değişikliklerden biri, terapiye başlamış olmam. Mobbing travmamı atlatabilmem için başladığım terapinin sanırım ikinci ya da üçüncü seansında eski patronacadolozumu çizgi filmlerdekine benzer derin ve siyah bir boşluğa atmak suretiyle kurtuldum. Bunun hızına terapistim de en az benim kadar şaşırdı. Şimdi hayatımı inşa eden travmalara odaklanıyoruz ve elbette ki pek çıkamıyoruz. Terapisti dert sahibi yaptığımı düşünüyorum. Üzgünüm Esincim ama bunu sen istedin.

Üzerine en çok konuştuğumuz şey ev. Hayatımda öfke duyduğum insanların çoğuna bir ev meselesiyle alakalı kızgınım. Bu, o kadar düşündüğümden derin bir meseleymiş ki bu hafta terapistle konuşurken bir ufak sinir krizi geçirmiş olabilirim. Delice değil de ne? 

Londra'ya geldiğim ilk zamanlarda bir ev hayalim olmadığını söylemiştim. Bu nasıl bir kendine yabancılaşma, kendinden bi'haber olma halidir, Allah aşkına? Şimdi, çocukluğu boyunca oyuncaklarını ve envai çeşit eşyasını kolilerin arasından arayıp bulmaya çalışmış biri olarak nasıl kendi evimi yine kolilere tıkıp üst üste koyabildiğime hayret ediyorum. Türkiye'ye gidemeyecek oluşuma biraz da gidip bazı eşyamı çıkartıp buraya getirmek üzere gerekli ayarlamaları yapamayacağım için üzülüyorum. Hatta buraya apar topar gelmenin telaşına düşüp İstanbul'da bizim yokluğumuzda da varlığını sürdürebilecek bir ev bırakmamış olmamıza söyleniyorum. Bununla beraber Burak'ın ailesi her şeyi bırakıp İstanbul'a dönmemiz için ne kadar hevesli olduklarını belli ettiklerinde öfkeleniyorum. Verdiğimiz emekler nasıl da görmezden geliniyor, gençliğimiz nasıl da hiçe sayılıyor, diyorum. Neden aynı şekilde kendimi ikna edemiyorum? Acaba içten içe neye inanıyorum? Burada olmaya çok inandığım, kendime çok büyük bir iyilik yaptığım açık. Ama sanırım hayatta mutlak bir iyilik olmadığıyla da böylece yüzleşiyorum. Hiçbir şey yüzde 100 değil gibi. Her iyilik yarı yarıya bir şeyleri eksiltiyor, birilerinden bir şeyler götürüyor. Bizi mutlak iyiliğe kim inandırdı? Ediz Hun mu, Hülya Koçyiğit mi? 

Bu hafta fark ettiğim en hayret verici şey ise çocukluğumda babamın evden gidişini anımsamayışım oldu. Oysa ki çok net hatırlıyordum. Üstüne kompozisyonlar bile yazmıştım ilkokulda. O zaman da edebiyat öğretmenimi dert sahibi yapmıştım. İtinayla dert sahibi yapılır. Unutmakta da bir dünya markası olmama rağmen unutmamak için bu kadar çabaladığım an'ı nasıl böylesine silmişim hafızamdan, inanamadım. Esincim, "İyi ki de unutuyoruz" diyor. Bense kendisine "Ne yapacağız?" diye sorabildiğim için kendimi artık bir terapi kaşarı gibi hissediyorum. Ama şakası bir yana, bu an'ı unutabilmem muhtemelen babamı konumlandırdığım yerin yıllar içinde ciddi anlamda değişmesiyle alakalı. Aslında insan, sanki içi çakıl taşları ve deniz suyuyla dolu bir kavanoz gibi. Bazen öylece duruyor. Çoğu zaman çalkalanıyor. O taşlar habire alt üst oluyor. Kimisi zamanla aşına aşına küçülüp kum oluyor, dibe çöküyor. Çalkalandıkça havalanıyor belki ama illa sonunda dibe çöküyor. 

Bir süredir aklımda yazmakla ilgili bir sürü müsamere var. Habire kendimi hırpalayıp yazabilmenin yollarını arıyorum. Daha adam akıllı okumaya dönemedim, yazmak nere? Her şeyi bir sıraya koyunca biraz rahatladım da acaba böylece erteleme hastalığına mı tutuluyorum? Ki bence zaten büyük bir ertelemeseverim. 

Bugün sadece birkaç eski evrakı ararken hard-disklerde bazılarının varlığından bile haberdar olmadığım, bazılarını unuttuğum, bazılarınıysa kaybettim sandığım fotoğraflara denk geldim. Üsküdar'daki evimiz. O mutfak. Başında kaç kişilerce sofra kurduğumuz o masa. Babamın da annemin de nasıl yaşlandığı. Benim daha zayıf ve genç olduğum günler. Fotoğrafla daha çok özlüyor insan. Bu yüzden daha duygusalım ve işte bunca lafı peş peşe dizdim. Belli ki yazmak için ihtiyacım olan şey, berrak bir zihindense biraz sancı. 

Gecenin son sorusu Esincim: Bugünleri de unutacak mıyım? 

16 Şubat 2020 Pazar

Hayatla kavgam

Hani çok tanıdık o hâl var ya: Başkasının derdine derman olup iş kendine gelince el elde baş başta kalma hâli. Daha çok bilinen tanımıyla, terzinin kendi söküğünü dikemeyişi. Dostuna teselli verirken bir an durup "Lan ne güzel konuştum ha!" dediğin o çelebiliğin asla kendine faydalı olmayışı.

İnsanlara kendi dertlerini çözsünler diye ne güzel, sakin sakin akıllar veriyorum. Çok bildiğimden değil, onların hayatlarına sakince bakabildiğimden. Bir de belki, çok gözlemlediğimden. Kendime faydasızlığım da belki de hiç dönüp kendime bakmayışımdan, belki de bakmaktan korkuşumdan olabilir.

Aylardır zihnim tepiniyor. Ruhumda kocaman fokurtular büyüyor büyüyor, sonra patlayamayıp içine doğru geri sönüyor.

Ben yazarak kurtulmaya çalışıyorum çünkü bildiğim tek yöntem bu.

Yetmiyor. İlk kez yetmiyor.

Zaten asla istediğim kadar ileri gidemiyorum. Neyden korkuyorum, hangi sınıra yaklaşmaya cesaret edemiyorum? Nasıl yapacağımı, nasıl çalışacağımı, nasıl yazacağımı, neye inanacağımı bilmiyorum.

Sanırım üzerime yeni etiketler takmayı yakıştıramıyorum. Bu korkaklığım giderek körelmeye dönüşüyor. Sonra bir an fark ediyorum. Resmen ruhumu satılığa çıkartır gibi para kazanmak için yazma yeteneğimi kullanmaya kalkışmam -ama öyle yaratıcı ve içime dokunan şeyler de değil metalik, şişirilmiş ya da plastik şeyler yazmaya çalışmam- beni bu hâle getirmiş. Benim gençliğimden harcadığım o 5 yıl, zihnimden geçen güzel şeylerin peşinden gidip onları büyük evrenlere vardırma cesaretimi yok etmiş. Kitaplığımdan kendi isteğimle bir kitap çekip alacak olsam sanki dünya ayağımın altından kayacakmış gibi olurdum, son 5 yıldır kendi kitaplarıma dokunamaz oldum.

Buraya daha iyi olmak için geldim. Fark ettiğim ilk şey ne kadar kötü olduğumdu. Hatta bu yüzden uzun bir süre Londra'nın bana iyi gelmediğini düşündüm. Oysa ki İstanbul'daki hayatımın beni ne kadar harcadıydı aynada gördüğüm. Kendime üzülmekten bitkin düştüm.

Londra'yı sevmeye çalışmıyorum ama İstanbul'u özlemiyorum. Londra diyor ki burada dünya yavaş dönüyor ama senin çok koşman lazım, çünkü üzgünüm bebeğim İstanbul'daki 30 yaşın neredeyse boşa geçmiş, burada bugün doğmuş bir bebek kadar yeni, tecrübesiz ve eğitimsizsin.

Hayatla kavgam Londra'da başladı, Londra'da bitiyor.

29 Ekim 2019 Salı

Evrenle pazarlık

İnsanın en büyük trajedisinin nostalji olduğunu anımsattım bugün Nazlı'ya. Bununla bu aralar en çok yüzleşenlerden biri benim. Yakın geçmişe dair çoğu şeyi geride bırakmaya çalışsam da içten içe bir süre sonra geri dönecek ve geride bıraktığım her şeyi yerinde bulacakmışım gibi hissediyorum. Beynim "aptallaşma" diye beni uyardığında da acı eşiğim zorlanıyor. Eski günlükleri okumak kadar sancılı. Az önce bilgisayara kaydettiğim yer imlerini temizleyeyim dedim de -çünkü İngilizce çalışmaktan çok daha mantıklı olan binlerce aktiviteden biri benim için- evdeki eski model fırının kullanım talimatını kaydettiğimi gördüm. Bir fırına hüzünlenir mi bir insan? Öyle namussuz bir şey bu özlem. Anneannem gittikten sonra "Ocağın altını kısmıyorsun" kavgalarımızı anımsayıp ocağa çay koyarken bile ağladım ben bir süre. Sanki hayata karşı 1-0 yenik başlamış bir kırılganlığım var ama hıyarlık da olabilir biraz, bilemedim. 

Bugün benim için çok önemli olan bir iş başvurusunu tamamlayacağım. Başvuruyu tamamlarken bile delicesine zorlanıyorum. İşin olabilitesine dair kafamda deli sorular. Günler öncesinde çok yüksek olan umutlarım giderek azalıyor ama annemin evrene olumlu mesajlar nasihatlerini anımsayarak kuyruğu dik tutmaya bakıyorum. Bu iş için dört koldan yardım aldım. Tam bir başkasının şeyiyle halvet olma durumu gibi. Ama garip bir akşam yaşıyorum. Annem bana hep sen hiç yardım istemiyorsun, yardım istemeyi bilmiyorsun, biraz yardım iste etrafından diye kızardı. Bu gece yardım istediğim hiç kimse ortada yok ve bu gece kritik bir gece. Ne olacaksa olsun diyorum artık. 

O değil de iyice deli gibi bir şey oldum, derdimi bir dağa taşa yazmadığım kaldı artık. Hem kendi günlüğüme yazıyor, hem Nazlı'ya İngilizce günlükler gönderiyor, yetmiyor buraya yazıyor, bir de habire insanların kafasını şişiriyorum. Kendi derdimden yıldım, kendi sesime sağır oldum yine de tükenmedi derdim. 

Büyük adaklar adadım yine. En çaresiz olduğum zamanların pazarlığı bu evrenle. Geriye dönük bir istatistik yok zihnimde, işe yarıyor mu bu rüşvetler bilmiyorum. Ben sözümde durmaya özen gösteriyorum da evren bana o kadar ince davranıyor mu bazen emin olamıyorum. 

27 Ekim 2019 Pazar

İmkansız atlar dört nala iyimsere koşuyordu

Kendimce bir anksiyete. Yükselişiyle azlığını fark edip şaşırdığım özgüven. Beklenmedik bir umutlanma hali. İmkansıza inanma ve birilerinin seninle beraber inanamayışının gerçekliğini göğüsleme çabası.

Tek başına hiçbir şey ifade etmeyen tüm bu kelime öbekleri son günlerin ruh hali benim için. Bir imkansız ata oynama hali. Bu arada Londra'yla ufaktan kaynaşma. Geldiğimden beri beni yutmasını beklediğim şehir beni kustukça arsızca sokulmaya başladım adeta.

Belki yine çoğu şey yolunda gitmiyor. Mesela bisikletim çalındı geçen hafta. Tam artık birilerinin lanetini çektiğime ve bunu yaşadığıma inanırken gitti gider deyip durumu çabukça kabullendim ve kendime yeni bir bisiklet aldım. Yeni bisiklet o kadar bebeksi ki eskisi çalınmasa hep sonuna kadar zorlayıp aslında kendime eziyet edeceğimle yüzleştim. Beklenmedik bir optimizm!

Dudağımdaki koca uçuk gören herkese yaşadığım stresin büyüklüğünü tarif ediyor gibi ama oysa ki ben geçen aya göre gerçekten daha iyiyim. Bence dudağım Londra'nın dengesiz havalarında üşütmekten ve kendime bir peluş mont beğenemeyişimden patladı. Bir yandan da stresin vücudumda reel bir sonuç doğurmasını kabul edemiyorum belki. Bilmiyorum.

Çok heyecanlandığım bir iş fırsatı var karşımda. Kaderle bağlantılar kurduğum, ihtimalini bile hayal ederek neredeyse sarhoş olduğum. Buradaki tüm yaşamımı değiştirebilecek, aslında yaşamımı değiştirebilecek bir çıkış. Ümitsizlikten bıkmış olmalıyım ki imkanına inanıyorum delice. Olmaz diyen herkese inat. Belki de benim yaşama tutunma biçimim gerçekten inat, bilmiyorum.

Bunca hayalin içinde koca bir gerçek var ki o da sabahlara kadar ders çalışıp İngilizce'yi ilerletmem gerektiği. Başka hiçbir işin yüzüne bakmadan, üniversite sınavına hazırlandığım gibi asılıp şu işi çözmem lazım ki buradaki varoluş acılarımı biraz dindirebileyim.