29 Ekim 2019 Salı

Evrenle pazarlık

İnsanın en büyük trajedisinin nostalji olduğunu anımsattım bugün Nazlı'ya. Bununla bu aralar en çok yüzleşenlerden biri benim. Yakın geçmişe dair çoğu şeyi geride bırakmaya çalışsam da içten içe bir süre sonra geri dönecek ve geride bıraktığım her şeyi yerinde bulacakmışım gibi hissediyorum. Beynim "aptallaşma" diye beni uyardığında da acı eşiğim zorlanıyor. Eski günlükleri okumak kadar sancılı. Az önce bilgisayara kaydettiğim yer imlerini temizleyeyim dedim de -çünkü İngilizce çalışmaktan çok daha mantıklı olan binlerce aktiviteden biri benim için- evdeki eski model fırının kullanım talimatını kaydettiğimi gördüm. Bir fırına hüzünlenir mi bir insan? Öyle namussuz bir şey bu özlem. Anneannem gittikten sonra "Ocağın altını kısmıyorsun" kavgalarımızı anımsayıp ocağa çay koyarken bile ağladım ben bir süre. Sanki hayata karşı 1-0 yenik başlamış bir kırılganlığım var ama hıyarlık da olabilir biraz, bilemedim. 

Bugün benim için çok önemli olan bir iş başvurusunu tamamlayacağım. Başvuruyu tamamlarken bile delicesine zorlanıyorum. İşin olabilitesine dair kafamda deli sorular. Günler öncesinde çok yüksek olan umutlarım giderek azalıyor ama annemin evrene olumlu mesajlar nasihatlerini anımsayarak kuyruğu dik tutmaya bakıyorum. Bu iş için dört koldan yardım aldım. Tam bir başkasının şeyiyle halvet olma durumu gibi. Ama garip bir akşam yaşıyorum. Annem bana hep sen hiç yardım istemiyorsun, yardım istemeyi bilmiyorsun, biraz yardım iste etrafından diye kızardı. Bu gece yardım istediğim hiç kimse ortada yok ve bu gece kritik bir gece. Ne olacaksa olsun diyorum artık. 

O değil de iyice deli gibi bir şey oldum, derdimi bir dağa taşa yazmadığım kaldı artık. Hem kendi günlüğüme yazıyor, hem Nazlı'ya İngilizce günlükler gönderiyor, yetmiyor buraya yazıyor, bir de habire insanların kafasını şişiriyorum. Kendi derdimden yıldım, kendi sesime sağır oldum yine de tükenmedi derdim. 

Büyük adaklar adadım yine. En çaresiz olduğum zamanların pazarlığı bu evrenle. Geriye dönük bir istatistik yok zihnimde, işe yarıyor mu bu rüşvetler bilmiyorum. Ben sözümde durmaya özen gösteriyorum da evren bana o kadar ince davranıyor mu bazen emin olamıyorum. 

27 Ekim 2019 Pazar

İmkansız atlar dört nala iyimsere koşuyordu

Kendimce bir anksiyete. Yükselişiyle azlığını fark edip şaşırdığım özgüven. Beklenmedik bir umutlanma hali. İmkansıza inanma ve birilerinin seninle beraber inanamayışının gerçekliğini göğüsleme çabası.

Tek başına hiçbir şey ifade etmeyen tüm bu kelime öbekleri son günlerin ruh hali benim için. Bir imkansız ata oynama hali. Bu arada Londra'yla ufaktan kaynaşma. Geldiğimden beri beni yutmasını beklediğim şehir beni kustukça arsızca sokulmaya başladım adeta.

Belki yine çoğu şey yolunda gitmiyor. Mesela bisikletim çalındı geçen hafta. Tam artık birilerinin lanetini çektiğime ve bunu yaşadığıma inanırken gitti gider deyip durumu çabukça kabullendim ve kendime yeni bir bisiklet aldım. Yeni bisiklet o kadar bebeksi ki eskisi çalınmasa hep sonuna kadar zorlayıp aslında kendime eziyet edeceğimle yüzleştim. Beklenmedik bir optimizm!

Dudağımdaki koca uçuk gören herkese yaşadığım stresin büyüklüğünü tarif ediyor gibi ama oysa ki ben geçen aya göre gerçekten daha iyiyim. Bence dudağım Londra'nın dengesiz havalarında üşütmekten ve kendime bir peluş mont beğenemeyişimden patladı. Bir yandan da stresin vücudumda reel bir sonuç doğurmasını kabul edemiyorum belki. Bilmiyorum.

Çok heyecanlandığım bir iş fırsatı var karşımda. Kaderle bağlantılar kurduğum, ihtimalini bile hayal ederek neredeyse sarhoş olduğum. Buradaki tüm yaşamımı değiştirebilecek, aslında yaşamımı değiştirebilecek bir çıkış. Ümitsizlikten bıkmış olmalıyım ki imkanına inanıyorum delice. Olmaz diyen herkese inat. Belki de benim yaşama tutunma biçimim gerçekten inat, bilmiyorum.

Bunca hayalin içinde koca bir gerçek var ki o da sabahlara kadar ders çalışıp İngilizce'yi ilerletmem gerektiği. Başka hiçbir işin yüzüne bakmadan, üniversite sınavına hazırlandığım gibi asılıp şu işi çözmem lazım ki buradaki varoluş acılarımı biraz dindirebileyim.

16 Ekim 2019 Çarşamba

Bir şişe dolusu anne kokusu, ev hasreti ve biraz huzur.

Kafamın içini sakinleştirip daha iyi düşünebilmek, daha iyi hissedebilmek ve doğru dürüst iş yapabilmek için yazmaya sarılıyorum. İşe yarıyor mu? Hayır. Üstelik burada İngilizce öğrenmeye çalışırken sürekli Türkçe bir şeyler okuyup yazmak resmen intihar. Kendim için yaptığım tek şey günlük yazmak olduğu için onu da İngilizce yazsam diye düşünüyorum ve hatta bunu deniyorum ama kendimi iyileştirmek için yapmaya çalıştığım bir şeyi ödeve dönüştürme fikrinden de nefret ediyorum. Tüm bu hisleri defter yerine buraya yazmamın ise manyakça bir nedeni var: Bu yazıları hiçbir yerde paylaşmamama rağmen bir şekilde keşfedilmeyi bekliyorum. Denize salınmış şişe içindeki mektuplar gibi. Neyin fantezisini yaşadığımı sormayın, ben de bilmiyorum.

Dün bir şekilde buradaki tüm benzer pozisyondaki arkadaşlarımla konuştum. Bir kendimi çöpçü balığı sanıyordum, meğer değilmişim. Bir şekilde herkes dipte. Çeşitli sebeplerden. Bir tanesi benim gibi müşteri bulmakta çok zorlanıyor (geçen hafta bir tanesi telefonu suratıma kapattı). Hatta "burada daha mutlu olacağımı bilmesem kuyruğumu kıstırıp döneceğim" diyor. Beni buraya gelmek için motive eden kişi kendisi olduğu için bu itirafı gerçekten şok etkisi yarattı. Bir başkası, "Ben de çok zorlandım, hala da bazen katil olasım geliyor" diyor. Ki galiba aramızdaki en güçlü, en gamsız hem de işi gücü en yerinde olanımız o. Artık sonlara yaklaşan bir başka arkadaşım ise 4 yılın sonunda son uzatmasına başvuran ve reddedilen bir arkadaşından bahsedip psikolojisinin bozulduğunu söylüyor. Somut sonuçlar uğruna geldiğimiz ülkedeki belirsizliğimiz korkunç değil de ne? Biz ne yaptık böyle?

Gerçekten şok olup delirmek ve bir anda her şeyi toparlayıp geri dönmek an meselesi. Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisini yeniden keşfediyor insan. Hiç yüzleşmediği kadar çarpıcı bir tonda insani, ilkel ihtiyaçlarıyla hesaplaşıyor. Güvenlik ve barınma bunların başında geliyor. Sonra hayatta kalmak izliyor bunu. Hâl böyle olunca ben hayalini kurduğum freelance hayatı Londra'da yaşamanın pek tadına varamıyorum. Nerede kaldı güzelim kütüphanelerde, kafelerde çalışmak? Şehri gezerken çalışmak için gözüme kestirdiğim hiçbir noktaya sonra geri dönmedim, dönemedim.

Geçen pazar günü Burak'la çok enteresan bir şey yaşadık. Bence şimdiye kadarki en göçmen anımız buydu. Burada tanışıp çok sevdiğimiz bir abimizin evine yemeğe gidiyorduk. Harringey'den otobüsle geçerken, bir gözlemeci görüp durağımız olmamasına rağmen kendimizi dışarı attık. Yemeğe gitmemize rağmen de oturup bir gözleme yedik ve AÇIK ayran içtik. Çok saçma ama bu minik yemekten sonra bile dükkana girdiğimizden daha mutluyduk. Akşam ise Ali Abi ve ailesiyle yemek yedikten sonra O Ses Türkiye izleyip çay içtik. Size yaşadığım mutluluğu tarif etmeme gerek var mı yoksa siz tahmin edebilir misiniz? Edemezsiniz çünkü normal bir insan bundan böylesine mutlu olmaz. Ama ben akşam evden ayrıldıktan sonra Türk mahallesinde bir ev tutmadığım için biraz pişman bile olmuş olabilirim.

Tabii Ali Abi ve ailesinin samimiyetinin yanı sıra burada tutunma öyküleri de bize güç verdi galiba. Biz 6 ayda silkelendik -ki herkes artık koşulların daha zor olduğunu kabul ediyor- ama mesela Ali Abi'nin yengesi benim 5 ay sonunda İstanbul'a gittiğimi duyunca "Ben 15 yıl çıkamadım buradan" dedi. Bu, duyduğum ilk çıkamama öyküsü değildi ama Gülsün Abla'nın bunu bir kahramanlık öyküsüymüşçesine anlatmaması beni etkiledi. Belki bir de kadın oluşu empatimi güçlendirdi.

Türkiye'de bucak bucak kaçtığımız şeylere burada delicesine sarılmamız bana biraz trajikomik geliyor. Şimdi, bu "O Ses Türkiye" vakasından daha trajik bir itiraf geliyor: annemle özdeşleşen yumuşatıcı kokusu! Türkiye'deyken Burak'la sürekli aksırıp tıksırıyoruz diye asla yumuşatıcı kullanmazdık ve annemin evine gittiğimizde de tüm evi ve tüm eşyaları etkisi altına alan yumuşatıcı kokusundan fenalık geçirirdik. Şimdi ne oldu, biliyor musunuz? En son annemin evinde yıkanan çamaşırları burada kullanmaya kıyamaz oldum. Annemin kokusuymuşçasına hapsetmek istiyorum o kokuyu. Babaannem öldüğünde sağda solda bulduğum saç tellerini saklamam gibi. Anda dondurmak istiyorum sanki o duyguyu. Hatta geçenlerde Burak'a anneme yumuşatıcısını sorup burada aynısından almayı teklif ettim. Kendime bir şişe dolusu anne kokusu, ev hasreti ve biraz huzur.

8 Ekim 2019 Salı

Buralarda hayat biraz Hollywood gibi

Londra'da pencerenin dışına bakan masaların avcısıyım.

Aslında İstanbul'dayken de böyleydi. Hayatın içinde kalarak çalışma fikri hoşuma gittiği için olabilir. Önümden geçip giden insanlara hikâyeler yakıştırmayı sevdiğim için olabilir. Birilerinin hikâyesine dahil olabilme ya da karakter olabilme ihtimalini sevdiğim için de olabilir.

Aslında yazmak için kendime hep bahaneler yarattım. Bir süre kendime ait bir oda hayal ettim. Sonra bir süre iyi bir bilgisayar almayı bekledim. Bir süre de kendime ait CAM ÖNÜNDE durabilecek bir masa hayal ettim. Sonra kendime ait biraz zaman istedim. Hayatımın belli dönemlerinde bir şekilde tüm bunları elde ettim, ki elde edebilmek için de çalıştım, ama asla o masanın başına istediğim iştahla oturup sayfalar boyu yazmayı başaramadım. Galiba bazen neyi beklediğimizi bilmiyoruz.

Bugün Notting Hill'de bir kafedeyim. Camın önündeki bir masada, önümden insanlar ve şu meşhur çift katlı kırmızı otobüsler geçip gidiyor. Biraz sonra yağmur başlayacak. Bu masaya oturduğumda yan tarafımda çok karizmatik bir İngiliz oturuyordu. (Bu cümleyi yazarken önümden Benedict Cumberbatch'in geçmesi bir hatırlatma değilse nedir?) Adam bence aura denilen şeyin kanıtıydı. Masaya oturduğum anda bir şekilde benimle temas edeceğini biliyordum. Sonra birden kafede çok yüksek sesle Is This Love çalmaya başladı. Sonra adam sağ yanında, kendisine daha yakın oturan kıza laf attı ve biraz flörtleştiler. En son da birbirlerinin isimlerini öğrenip ayrıldılar ve karizmatik abi kalkıp gitti. Buna şahit olmak bile çok güzeldi! Buralarda hayat biraz Hollywood gibi şekerim. Benim de bu aralar kendimi biraz daha iyi hissetmem bununla alakalı galiba. Henüz Ekim'den başlayan ve benim senelerdir bir turist olarak sadece birkaç günlüğüne dahil olabildiğim yılbaşı coşkusunun bu yıl tam ortasında kalmak bana buraya aitmişim gibi hissettiriyor.


6 Ekim 2019 Pazar

Yeniden merhaba Londra!

Seçil'in bisiklet günlüklerini okumamla başladı galiba kürkçü dükkanına dönüşüm. Burak'ın ne zamandır planladığı blogunu kurup disiplinli disiplinli yazmaya başlaması da kaybettiğim özdisiplini yakalamam için beni hırslandırdı. Zaten Burak ne yapsa "Benim neyim eksik" diyerek peşinden gitmek gibi tuhaf bir huyum var. Şekeri bırakışım tamamen böyle bir öykünmenin eseri mesela. Neyse. İnsanlar genelde yazarlardan ilham alırlar, bense eşimden dostumdan alıyorum. Güzel bir kazanım.

Aslında Seçil'in bisiklet alışıyla tutmaya başladığı günlüğü okumak, kendi içimi dökmek kadar iyi geldi bana. Böyle olunca ben de hayatımdaki radikal bir değişiklikle ilgili yazmayı denesem belki yüreğim hafifler diye düşündüm. Defter günlüklerime hiç ara vermiyorum ama sanki bazen ev ödevine dönüşüyor o defterler. 20'nci deftere gelmiş biri olarak çok acımasız bir yorum yaptım ve hatta ayıp ettim, biliyorum. Ama durum bu.

Sonuç olarak 4 aydır Londra'dayız ve işler pek de hayalini kurduğumuz gibi güllük gülistanlık gitmiyor. En başından anlatmaya kalkışmam çok anlamsız. Belki arada gerek duydukça geri dönerim ama şu an, şu anın gerçeklerine odaklanmak zorundayım: Hayatımın en kötü kararı olarak birileriyle ev paylaşabileceğimi sanma yanılgıma!

Londra'ya geldikten sonraki ilk Türkiye seyahatini normalden oldukça erken bir tarihte, gelişimin henüz 4'üncü ayı bitmeden yaptım. Bana iyi gelir, annemle babam da pıttadanak gelebildiğimi görüp bir nebze rahatlarlar diye düşündüm. Ama aslında bu seyahat hiçbir şeyi kolaylaştırmadı. Türkiye'den Londra'ya ilk dönüşüm, ilk gelişimden daha travmatik oldu. Çünkü bu kez beni bekleyen şeyin ne olduğunu biliyordum! Üstelik annemle babam da çok rahatlamadılar sanki. Veda faslı yine uzun sürdü. Babam bu kez alana gelmeden bana veda etmek istedi. Onda da kokumu o kadar çok kez ve derin içine çekip durdu ki ben bir daha geri dönememekten korktum. Annem de pasaport kontrolün önüne geldiğimiz an makaraları koyuverdi ve o andan dönüşümün ilk haftasının sonuna kadar sürüp gidecek bir gözyaşı seli başladı.

Londra'ya, yeni bir eve döndüm. İlk gelişimizde şahane bir tesadüf eseri önce Surbiton'da, ardından New Malden'da yaşama şansı bulmuş ve aslında yazı Thames'in kenarında, Kingston'da geçirmeyi sevmiştik. Fakat merkeze uzak olunca hem Londra'da turist olmayı pek başaramadan yerelleşmeye çalıştık -ki bu çok acılı oldu- hem de dudak uçuklatan yol masrafları canımızı sıktı. Birer bisikletliye dönüşmek içinse mesafeler biraz cesaretimizi kırdı. Üstelik kaldığımız oda çok karanlıktı, pek sosyalleşmeye açık bir binada değildik. Haliyle depresif ve mutsuz gibiydik. Bu yüzden Burak'la, ben Türkiye'ye gitmeden evvel oldukça merkezde, kendimizi gerçekten Londra'da hissettiğimiz bir mahallede Maida Vale'de, sadece iki kişiyle paylaşacağımız bir evde, oldukça aydınlık bir oda tuttuk. Sorun, sadece bu detaylara dikkat etmiş olmamız...

Odaya Burak ben yokken taşındı. Halinden de memnundu fakat benim dönünce farkettiğim bazı aksaklıklar nedeniyle şimdi, birileriyle bir ev paylaşabileceğim sanrımın gerçekten korkunç bir yanılgı olduğuyla yüzleşiyorum. Birinci haftanın sonunda, odasında sürekli ot içen ve hiçbirimizle iletişim kurmayan, klozet kapağını daima açık bırakan, ellerini asla yıkamayan ve ev temizliği sırasını asla üstüne almayan, yaşı geçkin ev arkadaşımızı çamaşır suyu içirmek suretiyle 'temizleme' hayalleri kuruyorum. Yine dikkat etmediğimiz bir ayrıntı olarak odamızın tam olarak kapanamayan penceresi yüzünden henüz Ekim'in başında doğalgaza abanmamıza uyuz olan ve gece boyunca kombiyi açıp kapatma kapışmasında köşe kapmaca oynadığımız diğer ev arkadaşımızla ise daha 'sıcak' ilişkiler kurabileceğimiz günleri hayal ediyorum.

Buna rağmen taşındığımız mahalleyi aşırı severken evin içinde bu kadar huzursuz olmanın çelişkisi çok garip geliyor. Bütün kışı sokaklarda geçireceğim galiba. Zaten tam da sonbaharın sevdiğim bir mevsim olduğunu kendime itiraf etmeye başlamışken, pek zor olmayacak gibi.