Beş yaşındayım, anaokuluna kaydımı yaptırdığımız gün olmalı.
Akşam anneannemin evinde, nedenini hatırlamadığım bir kalabalık var. Biraz
sonra sofraya oturacağız. Anneannemin evi ikinci katta. Annem bir şey almak
için bakkala inmiş, sokaktan yukarıya sesleniyor. Kuzenimle ben balkondan
anneme bakıyoruz, “gidin sorun bakayım anneannenize” diyor. Kuzenimle mutfağa
doğru ufak bir maraton koşuyoruz. İlk önce kim varacak? Son dakikada bir
hamleyle ben öne geçiyorum. Tam mutfağın kapısındayız. Anneanneme ilk önce
ben ulaşıyorum. Kapıda çarpışıyoruz. Elinde ağzına kadar dolu, ocaktan yeni
alınmış bir tencere çorba. Tencerenin kapağı kapalı. Çarpışmanın etkisiyle kapağın arasından çalkalanan çorba başımdan
aşağı dökülüyor. Bu anı anlatırken hiç acı hissetmiyorum. O an için sanki
kendimi dışarıdan izliyorum. Sadece ayaklarımı sertçe yere vurduğumu
hatırlıyorum. Sanki yüzüm değil de ayaklarımın altı yanıyor.
Annem kimse yanıt vermek için balkona dönmeyince yukarı çıkıyor. Teyzemle anneannem beni duşa sokmuşlar. Annem uzaktan görünce başımdan aşağı suyla akan şeyleri makarna zannedip anlamlandıramıyor. Oysa gördüğü yüzümün eriyen derisi. İlk şansım evdeki eniştem. Askerde öğrendiği bir karışımı anımsıyor ve bir koşu eczaneye gidip gerekli ilaçları karıştırıyor, yüzüme sürüyorlar. İlk müdahale gerçekten önemli!
Annem kimse yanıt vermek için balkona dönmeyince yukarı çıkıyor. Teyzemle anneannem beni duşa sokmuşlar. Annem uzaktan görünce başımdan aşağı suyla akan şeyleri makarna zannedip anlamlandıramıyor. Oysa gördüğü yüzümün eriyen derisi. İlk şansım evdeki eniştem. Askerde öğrendiği bir karışımı anımsıyor ve bir koşu eczaneye gidip gerekli ilaçları karıştırıyor, yüzüme sürüyorlar. İlk müdahale gerçekten önemli!
O gece beş hastane. İlkinde ben paravanın arkasındaki sedyede yatarken hemşire doktora “acil bir şey değil” dedi diye annem sinirleniyor, beni kaptığı gibi dışarı fırlıyor. Sonra bir başkası... Annem bu kez yüzümü gazlı bezlerle mumya gibi sarıyorlar diye garipsiyor. Avrupa yakasına geçiyoruz. Önce bir özel hastane. Burada dayımlar da yanımıza geliyor. Ben çok şık bir odada pansumana alınmışken -çünkü her bir hastaneden diğerine gidene dek yüzüm su topluyordu ve her hastanede o suyu patlatıp kuruyan derilerimi soyarak yeniden pansuman yapıyorlardı- yengemin kapıda ağladığını anımsıyorum. O hastanede de o gece aranan doktor annemlere “yatıracaksanız geleyim” dediği için yine kucaklanıp çıkartılıyorum. Son durak Cerrahpaşa. Yandıktan hemen sonra enişte yüzüme krem sürürken saçlarım kulağımı sakladığı için gözden kaçmış, kulağım kocaman olmuş. Burada iki asistan küpemi çıkartıyor. Gülümseyişlerini unutmuyorum. Bu arada tabii ki yine pansuman. Annem o zaman pansuman sırasında soyulup da kucağıma dökülen deri parçalarını soğukkanlılıkla kucağımdan sıyırışımı görüp şoka girdiğimi düşünüyor. Literatüre göre üçüncü derece yanıklarda sinir uçları yandığı için hasta acı hissetmiyor ama ben ikinci derece yanığım. Bana o gece ve sonrasında güç veren şey ne, bilmiyorum. O servisteki doktor beni yatırmak istiyor. İşte o zaman o hastane maratonu arasında ilk kez ağlıyorum. Doktor dayanamayıp anneme “siz bilinçli bir anneye benziyorsunuz, tüm gece dik yatması gerekiyor, başında durmanız lazım” deyip yatırma fikrinden vazgeçiyor. Onca hengamenin ortasında, bir özneye göre son derece şaşkın ve
çoğu şeyin farkında değilim. Bu sırada bir başka doktor, “Bereket ki anneniz tencereyi elinden
bırakmamış. Tamamı dökülse yaşatamayabilirdik” diyor anneme. Benden mi
bahsediyor?
O gece anneannemin salonundaki koltuk uzun bir süre için bana tahsis ediliyor -tuhaftır, 5 yıl sonra depreme de o koltukta yakalanıyorum- annem yere oturup başını benim yanıma yaslıyor. Ancak sabah olduğunda sağ gözümün kapandığını görünce dayanamayıp kendini tuvalete kilitliyor ve ağlıyor. Bunu bana seneler sonra anlatıyor. “İnsan kötü şeyler hiç kendi başına gelmezmiş zannediyor. Ben de inanamamıştım senin yandığına. Benim çocuğum mu yandı, diyordum” diyor.
Hemen ertesi sabah başka bir doktora götürüyorlar beni. Pek de aydınlık olmayan, kahverengi bir koridorda beklerken o doktor kapıyı açıp bizi çağırıyor. Ön tarafları kelleşmiş kafasının gerisindeki kıvırcık beyaz saçlarını, sonra iğneyle omzuna tutturulmuş önlüğünün kolunu bugün hâlâ çok net hatırlıyorum. Koluna bakmamaya çalışsam da –çünkü çok ayıptı böyle kusurlara dik dik bakmak- gözümü alamıyorum. Odaya girdiğimizde annem beni koltuğa oturtuyor. Agop uzaktan bakıp “çok metanetli bir çocuğunuz var” diyor. Sonra bir reçete yazıyor. Bir de her gün pansuman, diyor. Agop'un yazdığı reçeteye göre eczanede çeşitli kremler karıştırılıyor. Hepi topu iki krem var yüzüme sürülecek.
Sonraki günlerde evdeki tüm camların ve aynaların üstü örtülü. Bunu, ben yüzümü görmeyeyim diye yaptıklarını yıllar sonra anlatıyorlar. Bu arada eve sürekli birileri gidip geliyor, bana sürekli oyuncak, kurabiye filan getiriyorlar. Keyfim yerinde sayılır aslında. Gelen misafirlerin çoğunun, o zaman gittiğim pansumanlarda karşılaştığım tüm doktor ve hemşirelerin ağzında bir estetik ameliyat lafı... kimi diyor, iyileşir, kimi diyor 18 yaşından önce olmaz. O zaman işlerin biraz ters gittiğini fark ediyorum.
Agop'un her gün yapılması gerek, dediği pansumanları klinikte hep aynı doktor yapıyor. Yüzümü kaplayan kabuklar her gün soyuluyor ve çoğunlukla kanıyor. Doktor, bir ay kadar diş sıkıp sonunda anneme bana daha fazla pansuman yapamayacağını söylüyor. “Benim iki tane kızım var, dayanamıyorum” diyor. Pansumanlarım başka doktorlarla ve evde devam ediyor. Her gün yaklaşık iki saat. Ve yüzüm tam bir yıl kanıyor. Bu arada sağ gözüm hâlâ kapalı. Canım en çok buna sıkılıyor çünkü tek başıma bir yere gitmekte zorlanıyorum. Sıkıldıkça beni kucaklarına alıp gezdiriyorlar. Bir gün, galiba annemin kucağındayım, başımı omzuna yatırmışım, odanın duvarında asılı fotoğraflara bakarken bir anda sağ göz kapağımı açmayı başarıyorum! Başımı kaldırıp parmağımla gözümü işaret ederek anneme “Bu, bu, nedir bu?” diyorum eğlenerek. O zamanlar çok meşhur bir reklamın repliği bu. Gözüm açılınca içimden diyorum ki, galiba her şey geçecek, tamam.
Her ay düzenli olarak kontrole Agop’a gidiyoruz. Kremler düzgün kullanılıyor fakat yaralar iyileşse de üzerindeki deri çok kalın bir kabuk olarak kalıyor. O halimi bilemiyorum tabii ama anlatılana göre çok da iyi görünmüyorum. Agop sonuna dek dirense de sonunda yapacak bir şeyi kalmıyor ve kortizonlu kremlere geçiyor. Tabii ki işe yarıyor ve o tabaka giderek inceliyor, inceliyor, inceliyor. Bir yılın sonunda, artık her şey geçiyor gerçekten. En sonunda Agop, “keşke o halinin fotoğrafını çekseydiniz” diyor, “Halini görüp ibret alırdı.”
Bir doktorun gerçekçiliğine karşın annem hafızasında kalan görüntüleri bile silmek istercesine bugün "Ay, hiç hatırlamak istemiyorum!" diyor. Kolsuz Agop’un bana yaptığı kremler, milletin
estetik ameliyat lazım dediği yaralarımı iyileştiriyor. Eve girip de beni görünce
korkudan alt kata kaçan kuzenim, çok geçmeden gelip yanımda oturabilmeye
başlıyor. Evdeki ayna ve pencerelerin üzerindeki örtüler de kalkıyor. Anaokuluna
gidemiyorum ama bir sonraki yıl birinci sınıfa hiç sıkıntısız başlıyorum. Beş
yaşıma dair pek fotoğrafım olmasa da birinci sınıftan itibaren çok güzel
gülümsediğim fotoğraflarım oluyor. Tamamen iyileştiğimde de annem Agop’a bir
şişe şarapla gidiyor, teşekkür mahiyetinde. Bir güzel azar yiyip geri dönüyor sonra. Öyle biriydi Agop, insanları iyileştirmeyi görev bilip üzerine fazladan bir
teşekkürü kabul etmeyen türden.
Hastalarını ince ince sorular sormak durumunda bırakmadan,
her şeyi, anlaşılır bir şekilde anlatırdı. Soru sorulduğunda da çileden çıkmaz,
hastasını azarlamaz, acılarını küçümsemezdi. Durumu dramatize etmediği gibi,
yoktan yere de umut vaat etmezdi. Herkes onun hastası olabilirdi. Evet, zor
randevu bulunurdu ama hiç kimseyi dilinden, renginden, sosyal sınıfından dolayı
ötelemezdi. Formel anlamda neredeyse mucize yaratan bir doktor olmasının
yanında etik olarak da bir ekol sayılırdı. Geçen yılın Temmuz ayına kadar da
görevinin başındaydı. Nice ümitsizin tek kollu kahramanı.
Beni tedavi ederken “Sağına çok yatmamaya çalış, bak boynun iz olacak sonra” demişti. Ama ben kendini yenileyen derilerim çok kuru diye boynumu diğer tarafa yatırmaya dayanamayıp, hep yaralarımın üzerine yattım. O yüzden sağ omzumda ve boynumda iki buruşuk iz kaldı. Bir de sağ alnımın köşesinde kabuk gibi beyaz bir tabaka. O izler, eğer Agop’la karşılaşmasaydım yüzümün ne halde kalacağını anlatıyor bana.
Bugüne onun vefat haberiyle başladım. Ölümün, en büyük sınavımız
olsa da, belli bir yaştan sonra dilenen ve beklenen bir uyku olduğunu öğrendiğim
için artık “keşke”li cümleler kurmuyorum. Geride kalan yıllar boyunca
tekrar kendisiyle görüşmem gerekmese de bir şekilde orada yaşadığını biliyor
olmak bana kendimi iyi hissettiriyordu. Şimdi herkes gibi ben de ona buruk bir
duyguyla veda ediyorum. Bazı haller var, ölümden beter. Beni, o hallerden
birinin içinden sıyırıp aldığı için hayatıma girmiş çok önemli insanlardan
biriydi. Sabah da söylediğim gibi, cennetin en güzel köşesini hak ediyor.
Sadece bana ettiği iyilikten dolayı değil, odasına giren herkesi sadece ‘hasta’
olarak kabul edip elinden gelen her şeyi yaptığına emin olduğum için böyle
düşünüyorum. Ben de elimden gelen en iyi şekilde, benim hayatıma dokunduğu
yerin öyküsünü anlatarak ona veda ediyorum.