Göçün her yıl dönümünde kendimi burada bulmam biraz trajikomik olmaya başladı sanırım. Zaten sayfalarca kendi kendime yazıyorum da neden özellikle yıl dönümlerinde derdimi kamuya da açma telaşına kapılıyorum, bilmiyorum. Galiba ben hikayelerle özdeşim kurmayı sevdiğimden, böylece daha az yalnız hissettiğimden bazı hikayeleri de yüksek sesle anlatmayı tercih ediyorum.
Londra'da 4. yılın başındayım. 30 yaşlarıma burada başladım. Hiç geçmeyeceğini sandığım zamanların ortasında buldum kendimi. Zaman algım iyiden iyiye değişti. Her şey hem çok hızlı hem de bir yandan inanılmaz yavaş geliyor.
Hayatı boyunca kendine bir ev aramış, evini inşa etmeyi beklemiş biri olarak İstanbul'da kurduğum 'ev'imi yavaş yavaş buraya taşıdım. Gerçekten parça parça. Minik minik kutular içinde, çantalarda, parçalara bölerek, bir kısmından vazgeçerek, bazısını erteleyerek... Hâlâ 'ev'imin bir kısmı Türkiye'de. Kutular içinde, bir depoda. Bir kısmı başka insanların evlerine dağılmış durumda. Bazısı asla geri gelmeyecek. Buraya gelen her eşya bambaşka bir evin parçası oldu, bazen başka bir işlev kazandı, bazen daha çok kıymete bindi, bazen kıymetini iyiden iyiye yitirdi.
İlginç olan şu ki, ben ilk 'doğru düzgün' evimi 6 yaşında falan kaybetmiş olmalıyım. Annemle bardakları gazete kağıdına sarıp kolilere doldurduğumuz an hala zihnimde çok net. Çocuk aklımla çok önemli bir iş yaptığımı zannedip kendimi büyümüş sanmıştım annemin bardakları sarmasına yardım ediyorum diye. Sonra o koliler ve eşyalar bir akrabanın deposuna gitti, belirsiz bir zaman için. Biz de anneannemin evine. Asıl evimizin 10'da birini bile yanımızda götürememiş olmalıyız ki benim çocukluğumun bir kısmı boyumun yetmediği kolilerin içine eğilerek bazı oyuncaklarımı, fotoğraf albümlerimi aramakla geçti.
Annemle kapattığımız o kolileri, galiba 10 yıldan uzun bir süre sonra ani bir kararla açtık. O depoyu tamamen boşalttık. Eşyaların neredeyse tamamından vazgeçtik. O depoyla beraber sanki anıları da temize çektik. Baya garip bir andı. Kolilere artık boyum yetmekle kalmıyor, basbaya kucaklayıp kaldırıyordum. Neleri atıp neleri saklamamız gerektiği konusunda anneme akıl veriyordum. Zaman ne garip şeydi.
Çocukluğum ve ilk gençliğim bu kaosun içinde geçti, diyebilirim. Hep 2 evim vardı. Hiçbirinde tamamen kendime ait bir oda yoktu. Eşyalarım hep iki eve dağılmış vaziyetteydi. İki evin de kendine göre konforları ve eziyetleri vardı. Ben aslında hiçbirisine ait değil gibiydim. Bu iki evden biri anneannemin, diğeri babaannemindi.
Çocukluğum kendime ait bir odanın hayalleriyle bitince ben de ilk gençliğimde kendime ait bir evin hayallerine terfi ettim. Ancak çok ilginç ki iki evin de annelerini ben yolcu ettim, hep arkada kalan ben oldum. En sonunda anneannemin evi, geçici bir süreliğine benim evim oldu.
Sonrasında da evlenip gerçekten kendime ait ilk evimi kurmayı başardım. Hatta en başlarda bu ev için ne kadar korumacı olduğumu, olası her müdahaleyi nasıl vahşice savuşturduğumu anımsıyorum. O evi Burak'la santim santim severek, isteyerek 'ev' yaptık. Her anının da tadını çıkarttık. Çok sevdik. Çok fazla sevdiğimiz insanla kucaklaştık, paylaştık. Çok da ağladık o evde.
Ama nedendir bilinmez, bendeki 'tamamlanmamışlık' hissi asla geçmedi o evde bile. Hep bir şeyleri bekliyor gibiydim. Daha bitmemiş, henüz o 'tık' sesi gelmemiş gibiydi. Örneğin yıllarca bir kitap yazabileceğimi sanmış ama önce iyi bir bilgisayarım, sonra bir çalışma masam, en son da bir odam olmamasına bahane bulmuştum. Şimdi iyi bir bilgisayarım, çok güzel bir manzaranın arkasında duran kocaman bir çalışma masam, bırak odayı kendime ait bir 'ev'im vardı ama bir türlü o işe girişemiyordum. Neydi beklediğim, bilmiyordum.
Sonra bir gün o evi de dağıtmaya cesaret ettim. Sadece 5 yıl kadar sonra olmalı. Kendime çok şaşırıyordum. Bunca yıl evsiz kalmışken, koliler içinden eşyalarını aramışken şimdi kendi ellerimle kurduğum bu evi nasıl kutulara tıkacaktım tekrar? Ama yaptım. Hem de öyle acısız, öyle ustaca yaptım ki bugün hala anlayamıyorum, nasıl.
Yalan yok, Londra'ya delişmen bir cesaretle taşınırken gözüm arkada kalmamıştı ama daha ilk aylarda tökezlemeler başlayınca o dağıttığım evin hayalleriyle bir süre sarhoş olup ağladım. Adını asla pişmanlık koymadım, hâlâ koyamam ama bazen insan kendi cesaretinden de yıpranıyor galiba. Zaten sonra zamanla biraz daha alıştım. Her şey yolunda görünürken, durduğum yerde öylece dursam kimse beni ellemeyecekken, ben kendim ayaklanmıştım hayatımda hiç görmediğim bir şehre taşınacağım diye.
En son 2020'nin sonu gibi gittim Türkiye'ye. 'Ev'i kolilere tıkıp kaldırmamızın üstünden 1,5 yıl falan geçmişti. Kolileri tekrar açıp biraz eşya ayıkladım. Bir kısmını daha dağıttım. Bazılarını Londra'ya getirmek üzere ayırdım. Bir an duraksayıp kendimi bir dejavunun içinde sandım ve müstehzi gülümsedim. O gün paketlediğim 2 koli aylar sonra Londra'ya ulaşınca kendimi biraz daha iyi hissettim, ne yalan söyleyeyim. Buradaki evi de biraz daha benimser oldum. Soslardan reçellerden çıkma geçici kavanozları attım, tüm bakliyatları düzgün kavanozlara boşalttım. İdareten kullandığım birkaç bardağı dolaptan indirdim, yerine daha 'ev'e ait olanlarını yerleştirdim.
Hayatının önemli bir kısmını 'ev' fikriyle mücadele ederek geçirmiş biri olarak yaklaşık 1 yıl öncesine kadar bir ev sahibi olmanın dünyanın en güvenli hissi olduğu fikri içindeydim. Ama özellikle son 1 yıl öyle garip bir sınava tabi tuttu ki beni, şimdi gerçekten ait olmak, yerleşik olmak ne demek; bunlar benim hayatımın neresinde duruyor, diye düşünüyorum. Önce her şeyi kontrol etme hastalığımdan sonra da 'güven' kavramına yüklediğim anlamlardan vuruldum. Gözümde bir damla yaşla gülümseyerek, biraz da çaresiz "Kaosun dengesine güveniyorum" dedim. Sonra da gerçekten güvenmeyi öğrendim. Galiba artık kendimi her şeyi geride bırakıp yine gidebilir gibi hissediyorum, hatta galiba bunun hayaliyle yaşıyorum. Bu duygunun tekinsizliğini de nasıl güvenli buluyorum, hala bilmiyorum.
Bunca yıldır kendimi hep sürekli yuvarlanan, kendine bir yer arayan bir taş gibi hissediyordum. Sanki hep yerleşecek uygun bir boşluk arıyordum da o 'tık' sesi gelince huzur bulacağım sanıyordum. Şimdi fark ediyorum ki yuvarlanışım son bulmayacak. Yuvarlandıkça aşınacak, belki bazı noktalarda arkamda izler bırakacağım. En sonunda bir kum tanesi olacak ve belki sonra denize karışacağım. Çünkü bir kum tanesinin evi ancak deniz olabilir.