Şule Gürbüz’ün merakla beklenen son kitabı “Öyle miymiş?”,
birçok okur ve eleştirmene göre, yazarın ustalık eseri olarak raflarda yerini
aldı. Bana kalırsa da dilimize yeni bir ‘başucu kitabı’ eklenmiş oldu, tüm edebiyatseverlere
hayırlı olsun. Eğer ruhunu kabullenmeyi becerebilirseniz her dönüşte yeni bir
yanıt keşfedeceğiniz, yeni bir soruyla ayrılacağınız bir kitap olmuş “Öyle
miymiş?”.
Önsözsüz, sonsözsüz bir kitap “Öyle miymiş?”. Arka kapağında
dahi, kendini tarif etmeye çalışan tek bir cümle yok. Zira bu kitabı anlatacak
tek bir cümle yok. O kadar baştan aşağı, öylesine derin bir sorgulama.
Dışarıdan tek bir cümleyle dâhil olmanız mümkün değil. Bomboş bir yolda,
görünmez bir ruh olarak ilerleme hali. Ancak bütünüyle kabul ettiğinizde dâhil
olabilir ve bu görünmez kervana katılıp onlarla beraber ilerleyebilirsiniz.
Çünkü Gürbüz, pek bayıldığımız galat-ı meşhurların, yanlış anlamanın gayet
işimize geldiği duyguları, bir yüreği geniş çıkıp da doğrusunu anlattığında
salağa yatıp “yaa, öyle miymiş?” diyebilecek kadar kendimizi cin sandığımız
meseleleri açık ediyor. Kendi bilinç akışı arasında okurunu alıp tee nerelere
götürüyor, kaç anının kapısını aralıyor, nice hatanın muhasebesine düşürüyor. O
saatten sonra tercih okura kalıyor: Ya görünür kalıp hayatı şaşkınlık rolüyle
sürdürmeye mahkum ya da “alacağımı aldım” deyip, görünmez olmayı kabullenerek
kendiyle hesaplaşmaya mecbur. Yani, kabullenmesi öyle kolay değil. Öyle kaçak
dövüşmek, ortada durmak gibi bir şansınız yok. Şairin dediği gibi: Ya
dışındasındır çemberin ya da içinde yer alacaksın… Önce alçakgönül gerek, önce
dürüstlük ve sakinlik. Çünkü aslında bu derin bir ‘benlik’ meselesi.
Bir kelime ustası
kadar zaman ustası
Okuduğumuz kitaplardan, sığındığımız felsefelerden,
inandığımız dinlerden, pek yanına yanaşılmaz çok bilmişliğimizden, en çok, en
iyiyi bilen halimizden muzdarip Gürbüz. Tek tek yazarlarla da düşüncelerle de
inançlarla da huylarla da hesaplaşmaya girişiyor. Gel gelelim bir dövüşe
durmuyor, avuçlarını ovuşturmuyor. Sakinliği ve durağanlığı içinde kurduğu
cümlelerle karşısına dikilen tüm balonları tek tek patlatarak yoluna devam
ediyor. Dört bölümden oluşan kitabın ilk bölümü “Cennet varken cinnet olabilir
mi?”, Gürbüz’ün tasavvufa en çok yaklaştığı bölüm. Üstelik kitabın en zihin açıcı,
bizi kendine hazırladığı, bir nevi Şeriat Kapısı’nı araladığı bölüm. Belki de
bu yolda rehberi tasavvuf değil Gürbüz’ün. Fakat bu duru görüsü, insanı tüm
kabuklarından soyup en sade haliyle görme çabası başka bir üslup da
çağrıştırmıyor.
Kitabın en vurucu bölümlerinden biri olan “Hayır demeden
itiraz” ise biraz nasıl bu hale geldiğimizle, böyle olmamak için savaşırken
nelerle karşılaştığımıza dair bir tarifname tadında. Yazarlarla da en çok
burada hesaplaşıyor. Burada kokuların, seslerin ve tabiatıyla hislerin peşinden
gidiyor Gürbüz. Bir kuşun göğsünde çırpınan minik kalbinden kanat çırpış sesine
koşuyor, eskimiş kitap dokusundan uzanıp kızarmış patlıcan kokusuna varıyor.
Kıştan yaza geçerken kitaplarla beraber kokular da değişiyor. Soba boruları
bahçede kurumlarından silkindikten hemen sonra saç diplerinde kumlar birikmeye
başlıyor. Güzelim yaz günlerinin, izafiyete muhalefet, bir türlü geçmek
bilmeyişini tarif ediyor, yeri geliyor “ağustos temmuzdan aylar sonra geldi”
diyor. Çünkü telaşı olmayan bir çocuk yüreği için geçmek bilmez yaz günleri.
Çocukken bitirmeye çalıştığımız yazlar, erişkinlikte nasıl tatlı bir rüyaya
döner de göz açıp kapayıncaya dek geçer? Peki, hangisidir güzel olan? Bir
kelime ustası kadar zaman ustası da olan Gürbüz, kitabın bu bölümünde
alışılmadık bir zaman yolculuğuna ve herkesin iyi anımsamayı ezberlediği
çocukluk yıllarına dek uzatıyor sorularını: “Hayat bazen işte bir hışırtı, bir
kuşun iç çekişi, uzaktan bir kanat sesi, acaba o çobanlar, bir zamanda dağdan
dereden kayarak geçenler, yerde bir kiremit parçası, birinin yere düşmüş bir
parça anısı, kimden kime bir hayal olarak kalacak. İnsan kendini kime ne olarak
bırakacak?”
Herkesin kendini
görebileceği bir ayna
Öyle sular seller gibi okunan, yağ gibi boğazdan kayan bir
kitap değil “Öyle miymiş?”. Buna karşın Gürbüz’ün tortusuz dili, öylesine
dingin, cümleleri yeri belli taşlar gibi öyle yerli yerinde ki, an geliyor,
birkaç paragraftır bir şey anlamadan okumanıza rağmen bir hipnoz hali gibi
kelimelerin üzerinizden akıp gittiğini hissediyorsunuz. Sonrasında aslında
ciddi bir mücadelenin ortasında olduğunuzu anımsayıp toparlanıyorsunuz.
Noktasına virgülüne dek altını çizip ezbere alma isteği
uyandıran derin tasvirleri var Şule Gürbüz’ün. Öyle ki kitapla ilgili kimin
fikrini sorsam, kime danışsam, herkesin bir dörtlük gibi aklında kalan,
birbirinden farklı alıntıları vardı. En başta belirttiğim gibi, “Öyle miymiş?”i
bir başucu kitabına dönüştürebilecek temel özellik belki de burada; görünmez
olmayı kabul eden herkesin kendini görebileceği bir ayna olma ihtimalinde. Belki
de bu kabullenişten sonraki uyanış hali. İşte o sorunun ta kendisi.
Agos Kirk, Mayıs 2016: http://www.agos.com.tr/tr/yazi/15214/derin-bir-benlik-meselesi