23 Mayıs 2016 Pazartesi

Derin bir ‘benlik’ meselesi: Öyle miymiş?

Şule Gürbüz’ün merakla beklenen son kitabı “Öyle miymiş?”, birçok okur ve eleştirmene göre, yazarın ustalık eseri olarak raflarda yerini aldı. Bana kalırsa da dilimize yeni bir ‘başucu kitabı’ eklenmiş oldu, tüm edebiyatseverlere hayırlı olsun. Eğer ruhunu kabullenmeyi becerebilirseniz her dönüşte yeni bir yanıt keşfedeceğiniz, yeni bir soruyla ayrılacağınız bir kitap olmuş “Öyle miymiş?”.
Önsözsüz, sonsözsüz bir kitap “Öyle miymiş?”. Arka kapağında dahi, kendini tarif etmeye çalışan tek bir cümle yok. Zira bu kitabı anlatacak tek bir cümle yok. O kadar baştan aşağı, öylesine derin bir sorgulama. Dışarıdan tek bir cümleyle dâhil olmanız mümkün değil. Bomboş bir yolda, görünmez bir ruh olarak ilerleme hali. Ancak bütünüyle kabul ettiğinizde dâhil olabilir ve bu görünmez kervana katılıp onlarla beraber ilerleyebilirsiniz. Çünkü Gürbüz, pek bayıldığımız galat-ı meşhurların, yanlış anlamanın gayet işimize geldiği duyguları, bir yüreği geniş çıkıp da doğrusunu anlattığında salağa yatıp “yaa, öyle miymiş?” diyebilecek kadar kendimizi cin sandığımız meseleleri açık ediyor. Kendi bilinç akışı arasında okurunu alıp tee nerelere götürüyor, kaç anının kapısını aralıyor, nice hatanın muhasebesine düşürüyor. O saatten sonra tercih okura kalıyor: Ya görünür kalıp hayatı şaşkınlık rolüyle sürdürmeye mahkum ya da “alacağımı aldım” deyip, görünmez olmayı kabullenerek kendiyle hesaplaşmaya mecbur. Yani, kabullenmesi öyle kolay değil. Öyle kaçak dövüşmek, ortada durmak gibi bir şansınız yok. Şairin dediği gibi: Ya dışındasındır çemberin ya da içinde yer alacaksın… Önce alçakgönül gerek, önce dürüstlük ve sakinlik. Çünkü aslında bu derin bir ‘benlik’ meselesi.

Bir kelime ustası kadar zaman ustası

Okuduğumuz kitaplardan, sığındığımız felsefelerden, inandığımız dinlerden, pek yanına yanaşılmaz çok bilmişliğimizden, en çok, en iyiyi bilen halimizden muzdarip Gürbüz. Tek tek yazarlarla da düşüncelerle de inançlarla da huylarla da hesaplaşmaya girişiyor. Gel gelelim bir dövüşe durmuyor, avuçlarını ovuşturmuyor. Sakinliği ve durağanlığı içinde kurduğu cümlelerle karşısına dikilen tüm balonları tek tek patlatarak yoluna devam ediyor. Dört bölümden oluşan kitabın ilk bölümü “Cennet varken cinnet olabilir mi?”, Gürbüz’ün tasavvufa en çok yaklaştığı bölüm. Üstelik kitabın en zihin açıcı, bizi kendine hazırladığı, bir nevi Şeriat Kapısı’nı araladığı bölüm. Belki de bu yolda rehberi tasavvuf değil Gürbüz’ün. Fakat bu duru görüsü, insanı tüm kabuklarından soyup en sade haliyle görme çabası başka bir üslup da çağrıştırmıyor.

Kitabın en vurucu bölümlerinden biri olan “Hayır demeden itiraz” ise biraz nasıl bu hale geldiğimizle, böyle olmamak için savaşırken nelerle karşılaştığımıza dair bir tarifname tadında. Yazarlarla da en çok burada hesaplaşıyor. Burada kokuların, seslerin ve tabiatıyla hislerin peşinden gidiyor Gürbüz. Bir kuşun göğsünde çırpınan minik kalbinden kanat çırpış sesine koşuyor, eskimiş kitap dokusundan uzanıp kızarmış patlıcan kokusuna varıyor. Kıştan yaza geçerken kitaplarla beraber kokular da değişiyor. Soba boruları bahçede kurumlarından silkindikten hemen sonra saç diplerinde kumlar birikmeye başlıyor. Güzelim yaz günlerinin, izafiyete muhalefet, bir türlü geçmek bilmeyişini tarif ediyor, yeri geliyor “ağustos temmuzdan aylar sonra geldi” diyor. Çünkü telaşı olmayan bir çocuk yüreği için geçmek bilmez yaz günleri. Çocukken bitirmeye çalıştığımız yazlar, erişkinlikte nasıl tatlı bir rüyaya döner de göz açıp kapayıncaya dek geçer? Peki, hangisidir güzel olan? Bir kelime ustası kadar zaman ustası da olan Gürbüz, kitabın bu bölümünde alışılmadık bir zaman yolculuğuna ve herkesin iyi anımsamayı ezberlediği çocukluk yıllarına dek uzatıyor sorularını: “Hayat bazen işte bir hışırtı, bir kuşun iç çekişi, uzaktan bir kanat sesi, acaba o çobanlar, bir zamanda dağdan dereden kayarak geçenler, yerde bir kiremit parçası, birinin yere düşmüş bir parça anısı, kimden kime bir hayal olarak kalacak. İnsan kendini kime ne olarak bırakacak?”

Herkesin kendini görebileceği bir ayna

Öyle sular seller gibi okunan, yağ gibi boğazdan kayan bir kitap değil “Öyle miymiş?”. Buna karşın Gürbüz’ün tortusuz dili, öylesine dingin, cümleleri yeri belli taşlar gibi öyle yerli yerinde ki, an geliyor, birkaç paragraftır bir şey anlamadan okumanıza rağmen bir hipnoz hali gibi kelimelerin üzerinizden akıp gittiğini hissediyorsunuz. Sonrasında aslında ciddi bir mücadelenin ortasında olduğunuzu anımsayıp toparlanıyorsunuz.


Noktasına virgülüne dek altını çizip ezbere alma isteği uyandıran derin tasvirleri var Şule Gürbüz’ün. Öyle ki kitapla ilgili kimin fikrini sorsam, kime danışsam, herkesin bir dörtlük gibi aklında kalan, birbirinden farklı alıntıları vardı. En başta belirttiğim gibi, “Öyle miymiş?”i bir başucu kitabına dönüştürebilecek temel özellik belki de burada; görünmez olmayı kabul eden herkesin kendini görebileceği bir ayna olma ihtimalinde. Belki de bu kabullenişten sonraki uyanış hali. İşte o sorunun ta kendisi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder