Bu ara her gece bir şarkıya takıyorum. Bu geceninki Bülent Ortaçgil'den Yağmur. Çoğuna göre romantik sayılabilecek bu şarkı beni en çok "Her şey olur, her şey büyür, her şey geçer, hayat kalır" kısmıyla yakalıyor.
"İnsan olmanın ağırlığını kaldıramıyorum" dedim geçenlerde terapiste. 30 yaşımda zihnimin hiçbir şeyi, ama en çok insani ilişkileri ve hayatımı yönetmeye yetmediğini anladım. Hayatımın sürekliliği için zihnime muhtaç olmamın aciziyetiyle yüzleştim. Bu akılla mı karar verdik biz okuyacağımız okullara, gireceğimiz işlere, seveceğimiz kişilere? Daha da bu akılla mı sürdürmeye uğraşacağız bu hayatı? Gerçekten işimiz zor. Ben kendi hayatımın sorumluluğunu kaldıramıyorum. Kötü bir karar alma, hata yapma, gaflete düşme kotamı yeterince doldurmuşum gibi geliyor. Herhangi birisinin yaratacağı etkinin büyüklüğünü kabullenemiyorum.
Bankada çalışırken çok kambur dururdum ben. Öğle aralarında yemekhaneye yürürken ofislerin önünden geçtiğimde camdaki yansımama takılırdı gözüm. Sırtımın eğriliğine üzülürdüm. İstifayı kafama koyduğumdan beri bunun fizyolojime de iyi geleceğine inandırmıştım kendimi. "Buradan kurtulunca sırtım hep dik olacak," diyordum kendime. Sonra 3 kat aşağıya, penceresiz yemekhaneye iniyordum.
Geriye dönüp bakmanın kimseye faydası yok derler ya... Doğru. Ancak yol tıkanınca insan ne yapacağını bilemiyor. Bir süre daha önüne bakmaya inat etse de çok geçmeden sağına, soluna, arkasına bakmaya başlıyor. Ben şimdi tam olarak ebelendiğim noktadayım. Kaleden ayrılamıyor ve en çok arkama bakıyorum. Pişmanlık görmemek kibrimden olabilir ancak kat ettiğim yol öyle ürkütücü ve vardığım yer öyle beklenmedik ki bu yüzden şimdi aklımdan şüphe ediyorum. Bu akılla mı yürüyeceğim ben yolun geri kalanını? Üstelik durduğum yerde durdukça eğilmeye başlıyor, sırtımı yeniden kamburlaştırıyorum.
Gece uykularını düşman ettim kendime. Gözlerimin yettiği yere kadar çalışmaya uğraşıyorum geceleri. Biraz el ayak çekilince işten de dağılıyor dikkatim. Gözüm sağdaki kalemliğe takılıyor ve kendimi düşünmeye başlıyorum. Nasıl geldim buraya? Nasıl gideceğim buradan? Gitmek, derken dönmek değil kastım. Göç ederek yersiz yurtsuz ettim ben kendimi. Artık hiçbir yere ait olamaz, sığamaz gibi hissediyorum.
Genelde eski günlüklerimi okumaya cesaret edemem. Geçmişi anımsamak hep hüzünlü. Ya ne çok üzülmüşüm diye kendine üzülüyor insan ya da ne çok mutluymuşum diye şimdiki haline... Ama ben öyle kayboldum ki her yerde kendimi arıyorum artık. Eskiden okuduğum kitaplarda bulurdum, eski fotoğraflara bakar izler yakalardım. Hiç değilse evdeki eşyaya göz gezdirir anıları anımsardım. Şimdi evim yanmış ya da yıkılmış gibi. Neredeyse hiçbir şeyin bana ait olmadığı bir yerdeyim. Eşyanın anısı yok. Valize sığdırabildiğim birkaç kitap; aklım geride, koliler içinde kalanlarda. Yanımda getirdiklerimi özenle ve merakla seçmiştim oysa ki. Sadece iki tanesini okudum 1,5 yılda. Biterlerse ne yaparım diye mi korkuyorum acaba?
Hepi topu 10 fotoğraf getirmişim. O fotoğrafları seçtiğim anı da anımsıyorum. İnsan anılarından bile bir valiz yapmaya çalışıyor kendine resmen. Yaptığın tüm valizlerden farklı bu.
Buradaki en büyük geçmişim sanırım defterlerim. 1,5 senede 4 defter bitirmişim. Bana sorsalar çok yazmıyormuşum gibi geliyor ama galiba etrafımda konuşacak insan azaldıkça iyiden iyiye defterlere dönmüşüm yüzümü.
Londra'ya getirdiğim ilk defterin ilk yarısı mecburen İstanbul'daki hayatıma ait. Tam da İstanbul'dan koptuğum, vazgeçmeye başladığım zamanlara. Gitmeyi nasıl da koymuşum kafama, ne kadar da kararlıymışım! İnsan zihnine hayret ediyor. Daha 2 sene öncesi. Nasıl unuttum bu kadar çabuk? Anneme "Korkmuyorum" demişim. "En kötüsünü düşündün mü?" diye sormuş bana, "Düşünmüyorum, en kötüsü olmayacak!" demişim. Annem de "Düşünme o zaman!" demiş. O zaman resmen cesaretimin bana taktığı kanatlarla uçmuşum buraya. Her şeye karşı nasıl da güçlü durmuşum. Evime bile ülkeyi terk etmeden 6 gün önce veda edebilmişken bir damla yaş akıtmamışım gözümden.
Ben kendimi hep çok şanslı sayardım. O kadar ki hayatın bana işaretler gönderdiğine inanır, kendimi bunlara bırakmasını bilirdim. Son 1,5 yıldır önümde öyle çok taş birikti ki hiçbir şeye inancım kalmadı artık. Kendimi hiçbir şeye bırakamıyor, hiçbir şeye güvenemiyorum. Kendi aklıma bile. Günün sonunda her şeyi kontrol etmeye çalışmaktan hırpalanıyor, insafı için içimden hayata seslenmeye başlıyorum: "Artık işaretleri okuyamıyorum, bana bir ışık gönder!" Ancak kendisi pek sipariş usülü çalışmayı sevmiyor gibi.
Tüm bu olanlarla, daha da olacaklarla baş başayım şimdi. Her şey benim elimde ve önümde görülmemiş bir kargaşa var. Sular durulacak derken sanki savaş yeni başlıyor. Biz yolda kendimizi yormuş, meydana bitik ulaşmış gibiyiz.
Yağmur'u Yağmur adında bir kız çocuğu doğduğundan beri dinliyorum. İlk duyduğumda aşık olmuştum şarkıya. 10 yıl olacak neredeyse, bir yudum anlam kaybetmedi zihnimde. Sadece kendimi başka masaların başında, bambaşka evlerde anımsıyorum bu şarkı çalarken. Bir an aklıma takılıyor, "Acaba daha önce bir yazıda bu şarkıdan bahsettim mi?" diye. Dönüp blog'un geçmişinde aratıyorum ve şu karşıma çıkana da bakın:
"(...) beynim, senelerdir çocuksu bir saflıkla aynı hevese ev sahipliği yapıyor. Muhtemelen Maslow haklı ki ihtiyaçlar hiyerarşisine göre 'barınma ihtiyacı'nın bir sonucu benimkisi.