Çiğdem Anad, yeni romanı "Yalnızlık Bilmecesi"nde ABD'li bir adamla evlenerek yola çıkan Derya'nın hem geçmişini sorgulatıyor hem de başkarakterinin yaşadıklarına siyasi bir boyut kazandırıyor.
Yalnızlık Bilmecesi / Çiğdem Anad / Everest Yayınları
Yıllar
boyunca yaptığı işler heyecanla takip edilen gazeteci Çiğdem Anad, kimselere
çaktırmadan basından el ayak çekerken edebiyat dünyasındaki yerini
sağlamlaştırıyor. Dördüncü romanı “Yalnızlık Bilmecesi” ile okurların karşısına
çıkan Anad, kimliğine ve hayatına dair derin sorgulamaların içinde kaybolan
‘Panter Derya’nın öyküsü ile bize, 17 Aralık yolsuzluk soruşturmasının ve
Türkiye’nin uluslararası hesaplaşmalarının sırlarını fısıldıyor. İşin daha da
tuhafı Anad, aslında tüm bunları reel bir karakterin yaşadıklarından
esinlenerek anlatıyor.
Öncelikle,
neden böyle bir aşk ve kendini bulma hikayesini Türkiye ile dünyanın siyasi
iklimini fon edinerek anlatmak istediniz?
Aşk ya
da bir insanın hissettiği herhangi bir duygu, yaşadığı ülkeden, çevreden,
koşullardan bağımsız olamaz. Eski aşklar yeni aşklara benzemiyor. Çünkü ülke,
çevre, insanlar, koşullar, her şey değişti. Bu nedenle duyguları anlatırken, o
duyguları besleyen atmosferi betimlemek kaçınılmaz. Romandaki ilişkiler daha
çok ihtiyaçlara, kişisel zaaflara göre şekilleniyor.
Romandaki
karakterleri, son zamanlarda yaşadığımız olayların aktörleri ile
özdeşleştirebilir miyiz?
Tamamen
özdeşleştirebilirsiniz. Bu romanda açık açık 17 Aralık yolsuzluk soruşturması
var. Tabii keşke yolsuzluğu ispatlamak bu romandaki kadar kolay olsaydı. Gerçi
yolsuzluğa ilişkin belgeler, bu kitaptaki kurgudan daha da hızlı ortaya konuldu
ama üstü örtüldü bir şekilde.
Tüm
bunları aldatılan kadın imajı üzerinden anlatmanızın nasıl bir anlamı var?
Bu
kadın hiç beklemediği bir kişi tarafından, tam da huzura erdiğini varsaydığı
zaman, tam da hayat yolculuğunda bir toprak parçasına yerleştiği zaman
aldatılıyor. Derya kimliğini bulduğunu, geçmişle hesabını tamamladığını
zannettiği zaman, yeniden mücadeleye başlıyor. Bir insan başkalarından bağımsız
kendisini sevdiği zaman dikleşebiliyor.
Derya
bir anda ABD ile Türkiye arasındaki siyasi krizin kilit ismi oluveriyor.
Devletler arasında yaşanan siyasi krizlerin böyle bir yapısı var mı? Sıradan
insanlar bile kendilerini bir anda, bu filmin içinde bir aktör olarak
bulabilirler mi?
Devletler
arasında cereyan eden krizlerde insanların yapısının çok etkili olduğunu göz
ardı edemeyiz. Devletin yapısında yer alan kişilerin ülke menfaatlerini
gözetmek asli görevleri olsa da görevlerini yaparken uyguladıkları yöntemlerde
kişilik yapılarının kayda değer ağırlığı olduğunu biliyoruz. Mesela, Abdullah
Gül'ün Erdoğan'dan farklı bir ideolojisi olmamasına rağmen, karakter yapısının
farkı nedeniyle AKP muhaliflerinin tercih edeceği bir isim olabildi. Bunun
yanında Türkiye'de sıradan insanların bile siyasi denklemde çok önemli hale
geldiğini bizzat gördük.
Kitabın
politik yapısından biraz uzaklaşıp beşeri örgüsüne değinecek olursak... Derya,
hiç kimseye müdanası olmayan bir kadınken bir anda nasıl aldatılan bir eşe,
kendisini çocuklarından bağımsız düşünemeyen bir anneye dönüşüyor?
Derya
hiç kimseye müdanası olmayan bir kişi olabilmek için uğraşıyor. Yalnız başına
büyümesi ona iki yol gösteriyor: Ya kendini başkalarına sevdirmek için şekilden
şekle giren bir insan olacaksın ya da kendi yaşam tarzını ortaya koyup, kimseye
eyvallah etmeyerek, seçimlerinin bedelini ödemeye hazır bir insan olacaksın.
Derya ikinci yolu seçiyor. Tabii kimse dümdüz bir yolda ilerleyemez. Yokuşları
inip çıkarken mola vereceğimiz yerler, ev kuracağımız sokaklar, bineceğimiz
araçlar değişir. Gerçek hayatta da böyledir zaten.
Derya
yaşlandıkça anne ve babasına benzediğini fark ediyor. Hayat gerçekten böyle mi
işliyor? Ebeveynlerimizin istemediğimiz özelliklerini kendimize kopyalayarak mı
yaşlanıyoruz?
Gerçekten
böyle galiba. Çocuklar anne babalarını aşıp, geçse de, yaşlandıkça ailelerinden
aldıkları özellikleri daha çok yansıtıyor. İnsanların oturma kalkma, yeme içme,
ayakkabılarını giyme ve çıkarma şekillerine, gülme biçimlerine, sinirlilik
hallerine dikkat ederseniz, bu kadar basit eylemlerinde bile aile yapıları
hakkında tahminde bulunabilirsiniz.
“Gazetecilik
ayrı, edebiyat ayrı”
Gerçekten
en hafiflediğimiz an kaybedecek hiçbir şeyimizin kalmadığı an mı?
Nohutla,
fasulyeyi paylaşmak kolaydır. Kaç kilo bakliyat yiyebilirsiniz ki? Ama
milyonlarını kimse kaybetmek istemez. Dünyayı tüketecek parası olsa, uzaya
gitmek ister. Dolayısıyla küfesi dolu olanlar daha az paylaşır. Çocuğunuz
yoksa, ölümü daha kolay göze alırsınız. Âşık olduğunuz biri yoksa yaşlılık
çizgilerini daha az önemsersiniz. Sağlığınız yerinde değilse iş kaygısı
duymazsınız. Evet, kaybedecek bir şey kalmadığında hafiflersiniz.
Bu
kitabı biraz da gazeteci gözüyle görüp açıkça anlatamadığınız siyasi ve insani
halleri tarif etmek için bir yöntem olarak görebilir miyiz?
Hayır
göremezsiniz. Edebiyat bir yöntem değil benim için. Gazetecilik ayrı, edebiyat
ayrı. Ancak hiç bir şey birbirinden bağımsız olmadığına göre gazetecilik
gözlemiyle, edebiyatçı hissiyatı iç içe geçiyor tabii.
Milliyet Kitap / Haziran 2015 http://www.milliyetsanat.com/kitap/roportaj/-kaybedecek-bir-sey-kalmadiginda-hafiflersiniz-/592
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder