1 Eylül 2015 Salı

Aslı Perker’in üç anahtar kelimesi: Bana Yardım Et

Aslı Perker, son kitabı Bana Yardım Et’i, edebiyat yolculuğunu ve annelik sıfatının yazarlık hayatına getirdiği yenilikleri anlattı.

Bana Yardım Et / Aslı E. Perker / Everest Yayınları 

NewYork’ta verdiği 10 yıllık molanın ardından yayımladığı kitabı Sufle ile bugün 22 dilde okur kazanan Aslı Perker’in son kitabı, Bana Yardım Et, Everest Yayınları’ndan çıktı. Hayatın içinde çok yerleşik olan iki olguyu, örneğine rastlanmayacak bir kurgunun içine yerleştiren Perker, bir yana koşulları zorlayan bir aşk, diğer yana ise ölümünü kovalayan bir kadının hikayesini koyuyor. Bu iki büyük hikayeyi tek bir omurga üzerinde başarıyla taşıyan kitabı daha da ilginç kılan ise sadece üç anahtar kelimeden doğmuş olması. Aslı Perker ile Bana Yardım Et’i yazdığı sığınaklarından birinde buluştuk ve kitabının o üç kelimeden doğuş öyküsünü konuştuk.

*Normalde bir kitabın adını okuyunca, o kitapta seni az çok nasıl bir şeyin beklediğini tahmin edersin ya, Bana Yardım Et’te tam tersine, kitabı bitirip son bir kez daha adını okuyunca, “Bu yüzden adı buymuş” diyorsun. Bu kurgu nasıl oluştu?

“İsim koyma aynen öyle gerçekleşti. Yani, hikayeyi oluşturduktan sonra ismini koydum ve aslında hemen hemen aynı hisle koydum. Benim, bundan önce üç kitabım var. Üçü de benim çok yazmak istediğim mevzulardı. Bu kitap ise şöyle hayata geçti: bir edebiyat dostu arkadaşım bana dedi ki “üç anahtar kelime, bunun üzerinden bir hikaye yaz.”  Ve ben ne olacağını bilmeden, bu benim dördüncü romanım olsun diyerek değil, bir zihin egzersizi gibi başladım. Sonra hikaye çok hoşuma gitti ve hikayeyi sahiplendim. Ben bunu uzun bir kitap yapacağım, dedim. Öyle çıktı. Yani, bana üç anahtar kelime verilmişti: Avusturya, engelli biri –o beni mesela çok şaşırtmıştı, nasıl olacak diye- ve bir Türk bir yabancı karakter. Belki de bunun üzerinden beni eleştirenler olabilir, “böyle de hikaye mi yazılırmış” gibi ya da bundan sonra bakınca engelli kişinin girişi daha iyi bir anlam kazanabilir okuyucunun gözünde. O yüzden biraz aslında yaraya açık bir durum gibi cevap veriyorum. Çok emin olmayarak ama dürüstçe, mesele bu.”

*Bana Yardım Et’te ana karakter senin adaşın ve üzerinde çalışmakta olduğu kitabın adı da “Bana Yardım Et”. Bu, kendi kendini anlatan bir kitap mı oldu?

“Aslında benim kafam karıştı kitabı yazarken. Çünkü ben gerçekten biraz sürreal bir dünyanın içine düştüm ve o sürrealliği kendi kendime yaşadım. Yani bir ara kafam gerçekten “Ben bu kitabı yazıyorum, kim ne yapıyor, gerçekten öyle mi, değil mi” diye karıştı. Dolayısıyla, dediğin hem doğru olabilir ama sonuç itibariyle benim en başından sonuna kadar kurgulamış olduğum bir kitap olduğu için aslında her giriş çıkış, her detay ince ince düşünülmüş, üzerinde çalışılmış şeyler olarak yer alıyor.”

*Ben bir röportajında senin aslında isimlerin kaderine inandığını, bu yüzden de başına kötü şeyler gelecek karakterlere tanıdıklarının isimlerini vermediklerini okumuştum. Peki, nasıl oldu da ana karakterinin adı Aslı oldu?

“Aslı’nın başına zaten kötü bir şey gelmiyor. Aslında ben yazarken en başta, ana karakterin adı Ela idi. Her kitapta ‘O sen misin, bu sen misin, aa bu sensin!” gibi tepkiler alıyorum. Ben de bunu tamamen ortadan kaldırmak için, okuyucu ben olduğuma inansın diye, karakterin adını Aslı koydum. Ben de bir okuyucuyum ve kitap okumayı, yazmaktan daha çok seviyorum. Dolayısıyla bir okur olarak, ben de aynı şeyi yapıyorum, yazarı ya ana karakterle ya da karakterlerden bir tanesiyle özdeşleştiriyorum. Bunun yapıldığını biliyorum. Ben de dedim ki “Buyurun, o benim”. Ama Aslı’nın başına ölüm filan gelseydi yapmazdım. Aslı’nın başına gelen bana göre, yapılabilecek bir şey. Bunu hiç olumsuz bir şey olarak değerlendirmediğim için, ben öyle biri olabilirim.”

“Gözümün önünde gerçekten aşık olunası bir karakter belirdi”

*Aslında kitapta çok kuvvetli iki ayrı hikaye var. Kitap, Daniella’nın durumu üzerinden ilerleyebilecekken Aslı bir de Hakan’la uğraşıyor. Bu ikiliği yaratmak seni ürkütmedi mi?

“Dağıtmaktan biraz korktum. Bir de ben normalde hiç aşk hikayesi yazmadım. Biraz özendiğim de bir şeydi. Biraz önce dedim ya, engelli bir şahıs olacaktı diye. Onu bambaşka türlü sokmayı düşündüm. Hakan’ı oraya önce aşık olunacak biri olarak koymadım, gerçekten bahçıvan olarak koydum. Fakat sonra gözümün önünde gerçekten çok aşık olunası bir Hakan belirdi. Ve hayatta her şey aynı anda olabilir zaten. Öyle oluyor zaten. Kafamızda dosyalar olabilir ama o dosya açıldı- kapandı, o dosya açıldı- kapandı diye değil. Onların hepsi önümüzde açık. Zaten o yüzden o kadar bocalıyoruz.”

*Daniella’yla Aslı’nın sonunun ne olduğunu biliyoruz ama Hakan’la ne olacağı da çok büyük bir mesele. Sana göre ne oldu?

“O iş olmaz. Neden olmaz? Aşk tükenir falan filan diye değil. Onların ilişkisi belli ki olabiliyor. Bu daha ilk günden belli. Fiziksel sorunlardan dolayı değil, Türkiye’de o iş olmaz. Ben gerçekten hayret ediyorum, Türkiye’de engelli insanlar nasıl yaşayabiliyorlar, hayatlarına nasıl devam edebiliyorlar? Her şehirde böyle değil tabi ama özellikle İstanbul’da nasıl olacak? Mümkünü yok. Bence o iş zor.”

*İlk defa bir anne olarak kitap yazdın. Leyla’yla beraber kitap yazmak nasıl bir deneyim oldu?

“Zor. Yine de çok büyük bir şansım var, ben kitabın üzerinde hamilelikten önce çalışmaya başladım. Hamileliğimde bütün notlarını deftere yazdım. Çünkü benim hamileliğim çok zor geçti. İlk üç ay yerimden hiç kıpırdayamadım. Hep oturdum, hep yattım. Yürüyemedim. Dolayısıyla çok vaktim oldu. Leyla doğduktan sonra bunu oturup metne dönüştürmek kaldı ama çoğu diyaloğu da yazmıştım. Tabi şöyle bir şey var: yer yer iç karartıcı yanları olduğu için özellikle loğusayken öyle şeyleri pek yapasın, okuyasın, seyredesin gelmiyor. Ben birden bire çok hassas bir insana dönüştüm. Dolayısıyla, galiba, Leyla’yı doğurduktan sonra, bu fikri yoktan oluşturamazdım ama her şey zaten oluşmuş olduğu için yazma kısmı benim için psikolojik olarak zor olmadı. Ama fiziksel olarak çok zor oldu. İki kez annem destek verdi. “Anne mümkün değil, ben bunu sen olmadan bitiremeyeceğim” dedim ve annem iki kez bloklar halinde, İzmir’den geldi. Ama gelmeden önce de “Geliyorum ama ben oradayken ‘ay bugün çalışamadım’ kabul etmiyorum, her gün gideceksin ve bir yerde çalışacaksın ve bu kitap bitecek” diyerek geldi. Ben her gün dışarı çıktım. Aynı burası gibi, bir kafede oturup bitirdim.”

“Gazeteciliğe devam etseydim roman yazamazdım”

*Gazetecilikten vazgeçip yazarlığa geçişin nasıl oldu? Gazetecilik yaparken de yazabiliyor muydun mesela?

“Benim gazeteci olmak istememin ve bunun için çok çabalamış olmamın tek nedeni yazarak para kazanmaktı ve ilerideki yazarlık hayatıma bir geçiş yolu sağlamasıydı zaten. Hiçbir zaman aklımda cabbar muhabir, en iyi gazeteci olma fikri olmadığından, benim için bir adımdı ve beni hiçbir şekilde zorlamadı. Hatta biz Amerika’ya gittiğimizde ben zaten çok yorulmuştum. Bir de neredeyse 97’den 2001’e kadar tatil yapmadan çalışmıştım. Çok yorgundum. Deformasyona uğramıştım. Kimseyle normal konuşamıyordum. Herkese haber gözüyle bakıyordum. O yüzden NewYork’a gittim, o beni çok rahatlattı. Bir kafede çalışmaya başladım mesela. Tamamen fiziksel yorgunluk, zihinsel yorgunluk yok. Zaten ilk romanı da orada yazmaya başladım. Ona ihtiyacım vardı. Gazeteci olarak burada devam etseydim, yazabileceğimi zannetmiyorum. Çünkü gazetecilik bambaşka zihinsel bir aktivite, ondan kurtulup o dünyaya muhtemelen geçemezdim.”

*Eşin, Kutlukhan Perker de çok iyi işlere imza atan ve çok takip edilen bir çizer. Senin yazdığın, onun çizdiği bir şeylerin hayata geçme olasılığı var mı?

“Hiç öyle düşünmedik biz. Tarzlarımız uymuyor da olabilir. Bana göre Kutlukhan’ın yaptığı şeyler çok güzel, çok emek veriyor. Ben çok severek takip ediyorum. Mesela her Pazar Ece’yi okumak için dört gözle bekliyorum. Ece olabilir ama diğer kitapları, diğer çizgi öyküleri, ben onları zaten yazabilir miydim, bilmiyorum. Yazsam Kutlukhan beğenir miydi, bilmiyorum. Biraz farklı dünyaların insanlarıyız.”



Not: Bu röportaj sanırım geçen yılın en çok editöryal müdahaleye maruz kalan yayınlarımdan biriydi. Sağolsun Güldenciğimin ellerinde başlığı da spotu da soruları da bambaşka bir röportaja dönüşmüş ama olsun. Bir bildiği olmasa yapmaz. Editörler arasında bir ona kızmıyorum ben eheh. Öte yandan bu yazının kaydı Milliyet Kitap arşivinde çıkmadığı için linki Aslı Perker'in kişisel sitesinden paylaşmak zorunda kaldım. Kamuoyuna beyanımdır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder