20 Aralık 2015 Pazar

Cehalete ve kibre tutulmuş bir yas

Zülfü Livaneli’nin son kitabı Orta Zekâlılar Cenneti, cehalet ve kibir diktatoryası için tutulan bir yasın çetelesi. Livaneli, çoğumuzun muzdarip olduğu dertleri, öfkeyi ve hüznü, okuruyla dertleşircesine dile getiriyor.

Orta Zekalılar Cenneti / Zülfü Livaneli / Doğan Kitap 

Son zamanlarda diktatörlüğe ve toplumsal çürümeye atıfta bulunan çok fazla eser rafa çıktı. Yourcenar’ın Düş Parası, Kutlukhan Kutlu ile Aslı Tohumcu’nun öykü derlemesi Güçoburlar, Patrick McGuinness’in Son 100 Günü... Derken, Zülfü Livaneli de ilk kez 1991 yılında yayımlanan kitabı Orta Zekâlılar Cenneti’ni genişletilmiş bir baskıyla okuyucuların beğenisine sundu. Orta Zekâlılar Cenneti, az önce örnek verdiğim kitaplar gibi doğrudan bir siyasi diktatorya yergisi değil. Siyasetten ziyade çoğunluğu etkisi altına almış cehalet ve kibir diktatoryası için tutulan bir yasın çetelesi.

Livaneli’nin Orta Zekâlılar Cenneti’ni genişletilmiş bir baskıyla ve 2010 yılında Remzi Kitabevi’nden çıkan kitabı Sanat Uzun, Hayat Kısa’yı içine katarak yeniden yayımlatmakta lüzum görmesinin elbet geçerli bir sebebi var. Sebebi, Nesinleri, Nazımları hain ilan etmiş bu toprakların, gelinen noktada nedametten emare göstermeksizin, kibirle yoluna devam etmesi. Sebebi, karanlıkların aydınlığa çıkacağını ümit ettiğimiz sabahlarda aldığımız kara haberler, ölü çocuklar, yakıştırılan yaftalar, dine, ırka, renge göre tuttuğumuz yaslar. Sebebi, Nobel Ödülü’nü kazanan ilk Türk bilim adamının projesinden haberdar olanların, adamın kökenini merak edenler karşısındaki azlığı. Yani, Livaneli’yi bu toparlamaya iten güç, esasen bir süredir, birçoğumuzun boğazına çöreklenmiş olan o yumruk.

Bulmacadaki tüm noktalar birleştiğinde…

Zülfü Livaneli, Orta Zekâlılar Cenneti’nde adeta günlük tutar gibi kendi öfkesini, kırgınlıklarını, beklentilerini, hüzünlerini bir bir döküp sayıyor. Sanattan siyasete, toplumsal yaşamdan bireysel yaklaşımlara, duygulardan düşüncelere dek, insana, insanlığa dair ne varsa adım adım gezip kalemini temas ettiriyor. Adeta bir bulmacayı çözer gibi, belirsiz bir hat üzerinde yüzlerce noktayı birbirine bağlıyor. Nihayet tüm noktalar birleştiğinde ve ortaya çıkan tabloya baktığımızda karşımıza bir Türkiye haritası çıkıyor. Yine de kitabı, yekten bir Türkiye yergisi olarak nitelemek doğru olmaz. Çünkü yozlaşma rüzgârları esasen tüm dünyanın üzerinde esiyor. Türkiye’nin en büyük kabahati, bu rüzgârda ilk devrilenlerden biri olmak. Çözümün ufuk çizgisindeki bir nokta olarak giderek küçüldüğü şu günlerde, Livaneli, ülkesinin bu dirençsizliğine öfkeleniyor.

Kaideyi Bozan Bir Sanatçıdan, Orta Zekâlılar Cenneti, Aşk Egoyu Yener, Deryadan Habersiz Mahiler, Barış Çığlığı, Kar Altında, Çocuk Ustalığı, Daüssıla, Sadelik ve İhtişam bölümleri altında bir araya gelmiş bir denemeler topluluğu olan kitap, her bir bölümde neredeyse bir başka toplumsal yaraya değiniyor. Neredeyse 70 yıla varan yaşamında bir müzisyen olarak, bir yazar olarak, bir vatandaş olarak, kimi zaman bir ‘öteki’ olarak gördüğü tüm açıkları irdeliyor Livaneli. Toplumun, iyiye ve güzele yer vermekte bu kadar zorlanırken, kötüyü kolayca kabullenip benimsemesine dair sorular soruyor, kendince yakaladığı yanıtları ortaya döküyor ve bu yanıtların temellerini inceliyor.

Yazarın okurla dertleşmesi

Okurunun karşısına çözüm önerisiyle çıkmayan bir eser Orta Zekâlılar Cenneti. Yazarın, okurla dertleşmesi, iç dökmesi. Bir nevi Sait Faik’in “yazmasam deli olacaktım” hali. Konu insan olunca, sanat ve siyaset olunca ister istemez katılmadığınız noktalar da çıkıyor karşımıza. Ama zaten Orta Zekâlılar Cenneti, bir tartışmanın fitilini ateşlemek, üzerinde fikir teatisinde bulunmak için sunulmuş, bir nevi bir ‘açık yapıt’. Bu nedenle, amacına da ulaşıyor ve okuruna zihin açıcı bir okuma deneyimi vaat ediyor. Belki maruz kalmaktan artık normal gibi algıladığımız anormallikleri yüzümüze çarpıyor, belki “bu dertten muzdarip bir ben değilmişim” dedirtiyor, belki de “bunun nesi kötü?”…

Zülfü Livaneli, şikâyetçi olduğu tüm bu sancıların, dünyada iyi ve güzel olanı geri plana atabilecek kadar ciddi bir iktidara sahip olduğu gerçeğinin de altını çiziyor. Montaigne ve Einstein örneklerini referans gösterip “İnsanlığa katkıda bulunmuş birçok ismin inzivaya çekilmek zorunda kalmasını gerçek nedeni, dünyayı kaplayan orta zekâlılıktan ve onların kurnazlıklarından yorulmuş olmalarıdır” diyor.

Herkesin içinde tanıdık serzenişler yakalayacağı, karşılaştığı bir acı hikâyeyi anımsayacağı bir kitap Orta Zekâlılar Cenneti. Belki her sabah katılmak zorunda olduğunuz metrobüs kalabalığında hissettiğiniz o anlamsızlığın tarifi, belki işinizi savunmak zorunda kaldığınız o izansız patronun tasviri, belki ‘evinize giren çıkanın belli olmadığını’ ifade etmeyi kendine hak gören o komşunuzun cüreti… Alın, işte size nefis bir ‘orta zekâlılar cenneti’!

Milliyet Kitap / Aralık 2015



10 Aralık 2015 Perşembe

Yeni nesil bir Küçük Prens

Epsilon Yayınları’ndan çıkan “Bunu Buraya Ben Koydum”, hayal dünyasının klasikleşmiş masallarına muhalefet ederken gündelik hayatın eleştirisine dek uzanan, şahane sorular ve şahane yanıtlarla dolu, bilge bir kitap.

Bunu Buraya Ben Koydum / Ceyda Günalp / Resimleyen: Nesil Kalenderoğlu / Epsilon Yayınları

Lafa nereden başlayacağımı bilemiyorum. Çocuk kitapları beni hep yetişkin romanlarına göre daha çok etkiledi. Fakat en son elime geçen “Bunu Buraya Ben Koydum”, beni adeta başka bir boyuta davet etti. Henüz kitabın ortalarındayken, elimde bir Küçük Prens çağdaşı tuttuğumu düşünmeye başladım. Bu iddialı ve muhtemelen göreceli tespite de yazımda yer vererek iyice abartmış olabileceğimi düşündüm. Ama işte nihayetinde söylemeden duramadım. Çünkü bu hissiyatım, kitabın sonuna dek kendini muhafaza etti.

“Bunu Buraya Ben Koydum”, Ceyda Günalp’in ilk kitabı. Adını ya da arka kapağını okuduğunuzda içeride neyle karşılaşacağınızı pek öngöremediğiniz ama bitirip kapattığınızda her şeyin yerli yerine oturduğu bir kitap. Adını bilmediğimiz ve aslında çok da önemsemediğimiz kahramanımız karanlıkla barışık, hatta onunla, ona “karanlığım” diye hitap edebilecek kadar dost bir kız çocuğu. Zira karanlık onun için bomboş bir tuval. Her gece istediği anları sahneleyip, dünyayı istediği renge boyayabiliyor. Böylece geceleri masallara yolculuk edip, neden her defasında aynı şekilde sonuçlandıklarını anlamaya çalışıyor. En başta klasikleşmiş masallara bir yergi olduğunu düşündüğümüz hikâye, ilerledikçe bambaşka, modern bir masala dönüşüyor.

BİLMİŞLİK DEĞİL, BİLGELİK

İnsanların neden birbirlerini üzdüğünü, kendilerine sıkıntılar yarattığını, her günü birbirinin aynı yaşamaktan kaçınmadıklarını anlayamayan kahramanımız; tüm çocukların aksine büyükler dünyasının sıkıcı olduğunu düşünüyor. Sorduğu derin sorularla, annesiyle babasının da şapkalarını uçuruyor. Yine de şu hayatta anladığı ve büyüdüğünde benzemek istediği tek kişi annesi. Haliyle kahramanımızın ruhundaki bu naiflik biraz tohumdan gelme. Zaten sorduğu şahane sorulara, şahane cevaplar alabilmesi de bu yüzden. Kendi başına bulduğu yanıtların bilmişlikten öte bilgece olması da öyle.

“Bunu Buraya Ben Koydum”da, hayattaki her anın özel, geri dönülmez ve biricik olduğunu oldukça erken keşfetmiş bir çocukla karşı karşıyayız. Annesiyle geçirdiği güzel bir günün ardından “Daha çok yaşadık sanki bugün” diyebilecek, yaşamak için gökyüzüne bakarak yürümenin gerekliliğine inanabilecek, âşık olduğu çocukla en çok beraber gülümsemekten keyif alabilecek kadar bilge bir çocukla...

HER ŞEY, ÖYLECE, KENDİLİĞİNDEN... 

Kitaptaki tüm bu güzel ruh hallerinin ve duyguların okuyucuya pürüzsüzce aktarılabilmesinde Ceyda Gün-alp’in iddiasız dilinin yanı sıra Nesil Kalenderoğlu’nun zarif çizgilerinin de etkisi büyük. Zaten kitabı Küçük Prens’e benzetmekten çekinmememin en temel sebeplerinden biri, çizgileriyle bu kadar bütünleşik bir hikâyeye sahip olması. İkinci sebebi ise yukarıda anlattığım tüm sorgulamaları ve tespitleri müthiş bir derinlik içinde gerçekleştiriyor olmasında; buna rağmen de anlaşılırlıktan uzaklaşmamayı başarmasında gizli. Meseleye bu kadar çocuk aklıyla yaklaşıp bunca felsefi soruya temas etmesi ve tüm bu sorgulamalardan alnının akıyla çıkabilmesi, takdire şayan. Kitabın kapağını kapattığınızda bir gün dönüp tekrar okuyacağınızı biliyorsunuz.

 Bizim nasıl yaşayacağımızı, neresinden tutunacağımızı şaşırdığımız hayatı ve aşkı, küçümsemeyerek ama oldukça basite indirgeyerek yaşayabilen kahramanımız; hayatın, herkesin vakıf olmaya çalıştığı o sırrının, her şeyin öylece kendiliğinden, olduğu gibi meydana gelebilmesinde saklı olduğunu düşünüyor. Ve tam da kahramanımızın istediği gibi tüm hikâye, beklenmedik bir anda bitiyor? Gerçekten bitiyor mu? Peki, bu gerçekten bir ‘son’ mu?

İyi Kitap / Aralık 2015 http://www.iyikitap.net/post.php?id=1629

1 Aralık 2015 Salı

Erken bir bahar temizliği

Bazen Bahar / Melisa Kesmez / Sel Yayıncılık

İlk kitabı ‘Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz’ ile yüreğimize su serpen Melisa Kesmez, ikinci kitabı ‘Bazen Bahar’ ile bu kez kışın en sevimsiz günlerine burun kıvırıyor. Yazarın yine Sel Yayıncılık’tan çıkan ikinci kitabı, okurlarının karşısına birbirinden saf 10 yeni öykü ile çıkıyor.

Kırık kalplerin, özlemlerin, tamamlanamayışların en tanıdığımız ama bir türlü ifade etmeyi beceremediğimiz haliyle anlatıldığı ‘Bazen Bahar’, ‘Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz’in devam filmi tadında. Sanki yazarın cümlesi yarım kalmış, arada koca bir yudum su içmiş de kaldığı yerden devam ediyormuş gibi.  Üslubundan hiç taviz vermeden, duygusunu yitirmeden yazmaya devam ediyor Melisa Kesmez. Zaten onu ayrıcalıklı kılan özelliklerinden bir tanesi, konuşur gibi yazması. Bundan kastım cümlelerinin konuşma diline yakınlığı değil. Öylesine sade, öylesine özgün bir üslubu var ki minyon bir kadının dikkatleri hiç üzerine çekmek istemeden, sakince ve huzurla bir şeyler anlatmasını dinliyormuşsunuz gibi bir iz bırakıyor. Şimdi böyle söyleyince Melisa Kesmez’i yakından görüp dinleme şansı yakaladığım için beynimin bütünleme yaptığını düşünebilirsiniz ama yanılıyorsunuz. Zira Kesmez, henüz ‘Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz’in ilk cümlesinden beri bu etkiyi koruyor. Ve benim kendisiyle bundan başka bir evveliyatım bulunmuyor.

Yalnız değiliz

Mutlaka kendinizi içinde bulduğunuz bir öyküsü var Kesmez’in. O kadar insana dair, o kadar hepimize dair şeylere değdiriyor ki kalemini, hiç değilse, bir cümlede mutlaka dudağımızın kenarında hüzünlü ya da mutlu bir tebessüm bırakıyor. Yaşadığımız çocuksu heyecanların, tahribatı büyük hayal kırıklıklarının, içimize sığdıramadığımız öfkelerin ve nasıl o kadar büyüyebildiğini anlayamadığımız mutluluklarımızın tarifini veriyor. Söz gelimi, pazar tezgâhında gördüğümüz bir pembe çocuk terliğinin bizi alıp da çocukluğumuzun o güneşli öğleden öncelerine götürebilmesini mantığa bürüyor. Şehrin keşmekeşinde her akşam omuzlarımız düşmüş vaziyette ofislerimizden çıkıp, güneye varacağımız günlerin hayalini kurarken vapurda karşılaştığımız gün batımıyla kafamızın karışmasını açıklıyor. Halimize şaşmamızı önleyip, yalnız olmadığımızı hissettiriyor.

Melisa Kesmez, bizim üzerine sürgü çektiğimiz, başa çıkamadığımız için halının altına süpürmeyi tercih ettiğimiz tüm insani dertlerimizin kapısını aralıyor. Bunca zaman kolaya kaçıp içimize içimize sustuklarımızı bir koşu gidip anlatma, ortalığa serme, hepsiyle bir bir yüzleşme ihtiyacı uyandırıyor. Kesmez’in cümlelerini okudukça kendi içimizde bir hikâye başlıyor en başından. Yaşayıp da yerine koymayı beceremediklerimizi, günlük tutar gibi anlata anlata yerleştirmeye başlamamızı sağlıyor. Hiçbir şey öylece durduğu yerde kalamaz, bir eleyip elden geçirmen, yerini buldurman lazım, diyor adeta. Ardından aynı öykülerindekine benzer bir ferahlama sarıyor etrafımızı. O yaz başlarında balkonları yıkayıp, baş aşağı bekleyen sandalyeleri düzeltiyor, uçuşan perdelerin hafifliğine kaptırıyoruz kendimizi.

İçtenliğin marifeti

Tüm bu hisleri okuyucusuna başarıyla geçirebilmek bir içtenlik marifeti. Melisa Kesmez, kim okuduğunda ne düşünür acaba telaşına kapılmadan, hissettiği gibi yazıvermenin başarısını ortaya koyuyor. Ama öyle şairane bir dili var ki, bu ‘hissettiği gibi yazıverme’ hali onu edebi kaygılardan uzaklaştırmıyor. ‘Bazen Bahar’ ile beraber Melisa Kesmez, yazdıklarını okumak için heyecan duyduğumuz, yeni eserlerini merakla beklediğimiz yazarlar arasında kendine yer yapmaya başladığını da hissettiriyor.