Sonra henüz 30 olmadan İstanbul'dan Londra'ya taşındım. Londra'yı hayatımda hiç görmemiştim ve turistik olarak bile çok merak ettiğim bir şehir değildi. Hayatımda İstanbul'dan sonra en turist olamadığım şehir de Londra oldu. Göçmenlik, hayatımda hiç tadacağımı düşünmediğim, eskilerin "Almancı" dediği kelimeyle aynı hissi anımsatan bir gerçeğe dönüştü.
Geldiğim ilk aylarda kendimi çok garip hissediyordum. Başlarda çok uzun süren bir tatilmiş gibi geliyordu çünkü hemen bir eve taşınmadık. İki kişi olmanın avantajından faydalanarak işi gücü yoluna koyana dek paylaşımlı bir evde kalmayı tercih ettik. Ancak süreç uzadıkça, yaşamımızı burada sürdürmeye devam ettikçe bazı temel ihtiyaçlarımızı satın almaya başlayarak içinde yaşadığımız her parçayı eve dönüştürmeye başladık. Alanların darlığından ve sürekli hareket halinde olmaktan her şeyi en temelde tuttuk.
Geride kalan 1 yılda fazlasına ihtiyaç duymadan yaşamak, yaşayabildiğini görmek çok beklenmedik ve özgüven vericiydi. Sanırım Londra'ya taşınmaktan daha çok bunu görebilmek büyük bir deneyimdi benim için. İstanbul'dayken de hep daha azıyla yaşanabileceğini, bunun mümkün olduğunu savunsam da kendimi hep bir aşırılığın içinde buluyordum. Aslında Londra'ya taşınma süreci de biraz böyle başlamıştı. Önce içinde çok severek yaşadığımız evimize düşman kesildim: Bu kadar büyük bir eve ihtiyacımız yok ki, kirasını ödeyebilmek için çalışmaktan içinde yaşayamıyoruz bile, diyordum. Ki İstanbul standartlarında oldukça uygun bir kira ödüyorduk ama gerçekten çalışmaktan evin yarısını kullanmıyorduk. Gardrobumuz da mutfak dolaplarımız da ağzına kadar doluydu ama en az iki rafı hiç kullanmadığımız şeylerle doluydu. Evi boşaltırken anı biriktirdiğimiz birçok şeyin yanında varlığını unuttuğumuz ya da hiç kullanmadığımız şeylerle de karşılaştık.
Londra'ya gelirken ekstra bagaj hakkı satın almadık. Tek ekstra bagajımız benim bisikletimdi. Onun dışında iki büyük bavulun yanında iki kabin valizi ve iki sırt çantasıyla geldik. Bazı temel ihtiyaçlarımızı da annem İstanbul'daki eşyalarımızdan paketleyip gönderdi buraya. Bunun dışında geçen yıl Türkiye'ye yaptığımız iki seyahatte hep kabin valizimize sığdırdığımız kadar eşya getirerek takviye yaptık. Sonuçta 4 yılımızı geçirdiğimiz 120 metrekare bir evden, neredeyse 1 odaya sığacak kadar küçüldük. Başta zor olacak sandık, zamanla ihtiyaç duyduklarımızı alırız diye düşündük ama bugün, Londra'ya taşınalı tam da 1 yılın bittiği günde 2'şer tabak ve 4'er çatalla gayet de yeterli bir hayat sürdüğümüzü görebiliyoruz. Hatta bunu görünce kendimizle gurur duyuyoruz.
Yerinden eksilmedikçe hiçbir şeyin yenisini almaya ihtiyaç duymadık. Elbette burada, İstanbul'daki gibi kalabalık sofralar kuramıyor oluşumuzun etkisi büyük. Ancak bizim bu şehirde en hızlı adapte olduğumuz şey pub buluşmaları ve piknik örtüsü üstü kavuşmaları olabilir! Öte yandan bu ülkede oldukça yaygın bir alışkanlık olan ikinci el meselesine de kolay adapte olduk. Şehrin dört bir yanında sıra sıra dizilmiş charity shop'lar şahane hatta bazen mağazada arasan bulamayacağın eşyalarla dolu. Kıyafetten bahsetmiyorum çünkü geride kalan 1 yılda toplamda sanırım sadece 10 parça kıyafet almışımdır. Buna ayakkabı, gözlük, iç çamaşırı ve çorap da dahil! İşin daha da enterasan yanı, Londra'ya geldiğimden beri satın aldığım hiçbir şeyden memnuniyetsiz olmadım ya da dönüp "Ay bunu da hangi akla hizmet aldım acaba?" demedim. Zihnim sanki bu anlamda temize çekilmiş gibi ve bu duyguyu fark etmek çok keyifli.
Sıklıkla İngilizlerin tüketim alışkanlıklarını gözlemlemeye çalıştım. Özel bir bilinç düzeyine ihtiyaçları olmaksızın ihtiyaçlarından fazlasını satın almayan bir millet olduklarını gördüm. Doğuştan böyleler, o kadar belli ki! Aynı zamanda paraları da çok kıymetli ve çoğunlukla kendilerini tatile götürerek ödüllendirmeyi tercih ediyorlar ki bu bence de çok akıllıca.
Türkiye'de gerekli ürünler dışında sadece etiketi için yüksek meblağlar isteyen markalardan da uzak dururdum. Burada bu markaların bazılarıyla, sırf etiketleri yüzünden hak ettiklerinden fazlasını istemediklerini gördüğüm için barışsam da önemli bir kısmının yüzüne bakmama zaten gerek olmadığını fark ettim. Çünkü çoğu yerel marka, oldukça kaliteli ürünler üretiyor ve bu markalara 'ihtiyacınız' kalmıyor. Elbette çok çok ucuz seçeneklerle de karşılaştım ama kalitesinden emin olduklarım sadece 'bir tık' pahalı olunca İngilizlerin şu şahane mottosu iyiden iyiye anlam kazandı: Ucuz mal alacak kadar zengin değilim!
Bugün 29 Mayıs. Londra'ya ilk kez ayak basışımızın birinci yıl dönümü. Geride kalan 1 yıl hiç kolay olmadı. Tüm zorluklara rağmen beni manevi olarak çok iyi hissettiren bu maddi farkındalığı buraya not etmek istedim: Daha azla yaşayabilmek, yüklerini hafifletebilmek. Göçmenliğin manevi tarafında konuşulması gereken daha çok farkındalık ve zorlu yol olduğunu unutmadan, yüklerimizi bırakıp yürüyebileceğimiz upuzun yollar diliyorum ve ikinci yılımıza kucak açıyorum!