Seçil'in
bisiklet günlüklerini okumamla başladı galiba kürkçü dükkanına dönüşüm. Burak'ın ne zamandır planladığı
blogunu kurup disiplinli disiplinli yazmaya başlaması da kaybettiğim özdisiplini yakalamam için beni hırslandırdı. Zaten Burak ne yapsa "Benim neyim eksik" diyerek peşinden gitmek gibi tuhaf bir huyum var. Şekeri bırakışım tamamen böyle bir öykünmenin eseri mesela. Neyse. İnsanlar genelde yazarlardan ilham alırlar, bense eşimden dostumdan alıyorum. Güzel bir kazanım.
Aslında Seçil'in bisiklet alışıyla tutmaya başladığı günlüğü okumak, kendi içimi dökmek kadar iyi geldi bana. Böyle olunca ben de hayatımdaki radikal bir değişiklikle ilgili yazmayı denesem belki yüreğim hafifler diye düşündüm. Defter günlüklerime hiç ara vermiyorum ama sanki bazen ev ödevine dönüşüyor o defterler. 20'nci deftere gelmiş biri olarak çok acımasız bir yorum yaptım ve hatta ayıp ettim, biliyorum. Ama durum bu.
Sonuç olarak 4 aydır Londra'dayız ve işler pek de hayalini kurduğumuz gibi güllük gülistanlık gitmiyor. En başından anlatmaya kalkışmam çok anlamsız. Belki arada gerek duydukça geri dönerim ama şu an, şu anın gerçeklerine odaklanmak zorundayım: Hayatımın en kötü kararı olarak birileriyle ev paylaşabileceğimi sanma yanılgıma!
Londra'ya geldikten sonraki ilk Türkiye seyahatini normalden oldukça erken bir tarihte, gelişimin henüz 4'üncü ayı bitmeden yaptım. Bana iyi gelir, annemle babam da pıttadanak gelebildiğimi görüp bir nebze rahatlarlar diye düşündüm. Ama aslında bu seyahat hiçbir şeyi kolaylaştırmadı. Türkiye'den Londra'ya ilk dönüşüm, ilk gelişimden daha travmatik oldu. Çünkü bu kez beni bekleyen şeyin ne olduğunu biliyordum! Üstelik annemle babam da çok rahatlamadılar sanki. Veda faslı yine uzun sürdü. Babam bu kez alana gelmeden bana veda etmek istedi. Onda da kokumu o kadar çok kez ve derin içine çekip durdu ki ben bir daha geri dönememekten korktum. Annem de pasaport kontrolün önüne geldiğimiz an makaraları koyuverdi ve o andan dönüşümün ilk haftasının sonuna kadar sürüp gidecek bir gözyaşı seli başladı.
Londra'ya, yeni bir eve döndüm. İlk gelişimizde şahane bir tesadüf eseri önce Surbiton'da, ardından New Malden'da yaşama şansı bulmuş ve aslında yazı Thames'in kenarında, Kingston'da geçirmeyi sevmiştik. Fakat merkeze uzak olunca hem Londra'da turist olmayı pek başaramadan yerelleşmeye çalıştık -ki bu çok acılı oldu- hem de dudak uçuklatan yol masrafları canımızı sıktı. Birer bisikletliye dönüşmek içinse mesafeler biraz cesaretimizi kırdı. Üstelik kaldığımız oda çok karanlıktı, pek sosyalleşmeye açık bir binada değildik. Haliyle depresif ve mutsuz gibiydik. Bu yüzden Burak'la, ben Türkiye'ye gitmeden evvel oldukça merkezde, kendimizi gerçekten Londra'da hissettiğimiz bir mahallede Maida Vale'de, sadece iki kişiyle paylaşacağımız bir evde, oldukça aydınlık bir oda tuttuk. Sorun, sadece bu detaylara dikkat etmiş olmamız...
Odaya Burak ben yokken taşındı. Halinden de memnundu fakat benim dönünce farkettiğim bazı aksaklıklar nedeniyle şimdi, birileriyle bir ev paylaşabileceğim sanrımın gerçekten korkunç bir yanılgı olduğuyla yüzleşiyorum. Birinci haftanın sonunda, odasında sürekli ot içen ve hiçbirimizle iletişim kurmayan, klozet kapağını daima açık bırakan, ellerini asla yıkamayan ve ev temizliği sırasını asla üstüne almayan, yaşı geçkin ev arkadaşımızı çamaşır suyu içirmek suretiyle 'temizleme' hayalleri kuruyorum. Yine dikkat etmediğimiz bir ayrıntı olarak odamızın tam olarak kapanamayan penceresi yüzünden henüz Ekim'in başında doğalgaza abanmamıza uyuz olan ve gece boyunca kombiyi açıp kapatma kapışmasında köşe kapmaca oynadığımız diğer ev arkadaşımızla ise daha 'sıcak' ilişkiler kurabileceğimiz günleri hayal ediyorum.
Buna rağmen taşındığımız mahalleyi aşırı severken evin içinde bu kadar huzursuz olmanın çelişkisi çok garip geliyor. Bütün kışı sokaklarda geçireceğim galiba. Zaten tam da sonbaharın sevdiğim bir mevsim olduğunu kendime itiraf etmeye başlamışken, pek zor olmayacak gibi.